Bu tür sorularısormak bana zor gelir aslında ama sanırım okurlar, yazmak isteyenler duymak istiyor: İlk romanınız çıkınca sosyal medyada bunu paylaştığınız anıhatırlıyorum; neler hissetmiştiniz?
Yazdığınız kahramanlarla yıllar boyu birlikte yaşıyorsunuz. Onları sizden başka kimse tanımıyor dünyada. Sadece siz biliyorsunuz. Yani ilginç bir mahremiyet bu. Sonra günü geliyor ve daha da ilginç bir doğumla dünyaya geliyorlar. İnsanlar onları görüyorlar tanıyorlar. Bu duygu, roman yazanların galiba ilk büyük duygusu oluyor. Bende de oldu. Yıllar boyunca hazırladığınız, giydirip kuşattığınız, eğitim verdiğiniz, hazırladığınız insanlar, günün birinde evinizden ve sizden ayrılıp insanların arasına karışıyorlar. İnsanlarla etkileşime giriyorlar. Bu ilginç, derin, yeni bir şey benim için. “İsa Hanginiz?”in kargo paketini makasla açarken yaşadığım şeyleri size anlatamam.
“İsa Hanginiz?” adlıromanınız, bir grup “deli”nin yaşadıkları olayların etrafında şekilleniyor. Romanda ana roman kişileri akıllarının kaldıramayacağı bir ağırlığa / sıklete maruz kalıyorlar. Neden İsa, Sven, Şakir, Umur… gibi kahramanlara dikkat çekiyorsunuz?
Bunu daha önce de yazdım, söyledim. Bizler, yani “normal”insanlar, “para-normal” insanlardan daha akıllıymışız gibi yaşıyoruz. Oysa ne kadar akıllı olabiliriz ki? Bir deyim vardır Anadolu’da; “Ucu olmayanın ortasıda olmaz” diye. Bizler tam ortasında (normalinde) olduğumuz duygusuyla yaşadığımız bu hayatın gerçekten neresinde olduğumuzu nasıl bilebiliriz ki? Ucunu bilmiyoruz çünkü. Aklın da hayatın da uzayın da ucunu bucağınıbilemiyoruz. Peki o zaman bu kibir niye? Delilerin gerçekten “deli” olduklarınınereden bilebiliriz ki? Doğru deyim, bize benzemiyorlar olabilir belki ancak. Bunu böylece düşündükten sonra, sıra şuna gelir: Orada, onların kafalarında tam olarak ne olup bittiğini kestiremedikten sonra, onlar hakkındaki yargılarımızıen azından biraz gevşetmemiz gerekmez mi? Bu işin “konvansiyonel” yanı. Bir de içinde yaşadığımız pratik hayatın manzaraları var. Aslında beni daha çok ilgilendiren ve güden de o manzaralar oldu. Ben delilerin rasyonelliği berhava eden durumlarını çok ilginç ve güzel bir insanlık durumu olarak seyrediyorum. Rasyonelliğin insanoğluna hep iyilik ve güzellik vermediğini biliyoruz bugün.İnsanın “aklı” çoğu zaman geri kalan türdeşlerinin boyunlarına birer boyunduruk koyup, gözlerine de açısı dar muşamba gözlükler taktığını biliyor, görüyor, yaşıyoruz. Deliler ise bu insanlık alışkanlığını -kendi özel zihin durumlarısonucunda/sayesinde- görmüyorlar, bilmiyorlar. Bu iktidar-çıkar-iş-güç dünyasını tanımıyorlar. Onun dışında yaşıyorlar. Bu, insanlığın büyük hikâyesine ilgi duyan herkes gibi benim de zihnimi kurcalıyor. Hiç değilse bunu -olabilecek binlerce anlatım biçiminden birini- romanlaştırmak istedim.
Her sanat eserinin, romanın kendi devrini anlatmasa bile çağını yansıttığı söylenir. Romanda, romanın başkişilerinden İsa’nın zaman zaman, kendi kendine “Ben kimim?” diyerek tekrar ettiği bir arayışı söz konusu. Ama bu replik genel olarak felsefenin başlıca konuları ile ilgili olarak değil de gündelik olaylar karşısında tekrar ediyor. Romandan hareketle yazarının, günümüzde hakikat arayışının konularını gündelik hayata dayandırdığını söyleyebilir miyiz?
Evet. Bir hakikatin eşiğine kadar vardığımızıhissettiğimiz, sezdiğimiz anlar vardır. En büyük sevinç. Ama biliriz ki onu asla ele geçiremeyeceğiz. Bu tabiatımıza ve içinde bulunduğumuz şimdiki dünya-durumumuza uygun da değildir. Bizi eğiten Hakikat değil; onun susuzluğudur. Ona olan ihtiyacımız, başka ihtiyaçlarımızdan farklı ve onların üzerinde olarak, bizi olgunlaştırır. Arayışımıza bir istikamet ve ruh verir. Bu susuzluğu, Kuran’ın emrettiği gibi güzelliklerle sergilemeliyiz. Bize yalnızca “hakikat”e doğru olmak emredilmişse, gidilecek bir yol var demektir. Bu dünya içindeki yolculuğumuzdur, bir aşkın içindeki yolculuğumuzdur, bir acının, trajedinin içindeki yolculuğumuzdur. Hakikat ile çıplak biçimde yüz yüze geleceğimiz vakte kadarki özel ve özgün hazırlığımızdır. Akademik felsefenin, “hakikat”i bu dünyada yakalayacağına; hatta temellük edeceğine dair gizli inancınısevmiyorum. Ondan hep uzak durdum. Ama özellikle yaşam filozoflarının bu konudaki verimli “yeteneksizliği” ve alçak gönüllülüğü ilgimi daha çok çekti. Çünkü onlar “hakikat”i bir şekilde temaşa etmekle yetinmeyi ilham ettiler bize. Temaşa etmenin lezzetine talip olmak hem daha doğru hem de sonuçlarının en azından bir kısmını şimdiki zamanda tadabileceğimiz bir yol. Hakikat’e talip olduktan sonra çıktığımız yolda ilginç ve güzel, neredeyse bu dünyaya hiç gelmemiş ve ait olmamış lezzetli “an”lar yakalarız. Kendimizi bilginin önünde sonunda sınırlı olan dünyasına değil; ilhamın sonsuzluğuna açmış oluruz.
İsa Hanginiz? -roman- Selahattin Yusuf
Turkuvaz Yayınları
Romanda okuyucunun kendi çabalarıyla ulaşması istenen, gizlenen/sezdirilen, hayata dair gerçekler olduğu görülüyor. Hz. İsa’ya, Chopin’e, Tarkovski’ye göndermeler var. Okurlarınızdan nitelikli bir okuma bekliyorsunuz. Bu tutumunuzu açabilir misiniz?
Belirginlik ve kesinlik bazen edebiyatta iyi eserler vermiştir. Ama benim mizacım farklı sanıyorum. Ben “gizleyerek” anlatmayısevenlerdenim. Bu ayrıca her iki taraf için de daha verimli diye düşünüyorum. Kapısı her iki tarafa da açılan durumlar bizi üzerinde düşünmemiz gereken anlar olarak da çalıştırır, düşündürür, hayal ettirir.
Metinler arası bağlantılar kurmuşken… Roman hem teknik hem de sanatsal bir ürün; nerelerde romanın teknik yönü nerelerde sanatsal yönü sizi yönlendirdi? Örnek verebilir misiniz?
Birçok büyük yazarın teknik olarak ustalaştıkça, sanat böceklerinin içlerinin kurumaya başladığını, hatta ölmeye durduklarını; buna karşılık böceklerin koruyucu kabuklarının/biçimlerinin sertleştiklerini-mükemmelleştiklerini- görürüz. Turgut Uyar’ın “Ustamız Acemilik” yazısınıhatırlayınız. Bunlar geldi aklıma şimdi. Ama “İsa Hanginiz?”in gerçekten başarısız tekniğini açıklamak için bu mazeretler yeterli mi bilemiyorum. Keşke yeterli olsaydı. İnanın bu tarafını çok düşünmemeye çalışıyorum. Daha çok içeriğine yoğunlaşıyorum ki keyfim kaçmasın.
Chopin ve Tarkovski size göre kimlerdir? Hangi özellikleriyle Sven’in İsa’nın yaşamında bir uyuma giriyorlar?
Onları, metafizik ilginin her şeyden önce “yurtsuz”olduğunu anlatmak için zikrettim biraz. Hikâyenin içine çok uzaklardan tutulmuşbirer cılız metafizik el feneri onlar.
Müzik romanın önemli unsurlarından. Dinlediğiniz bir müzik parçası ile örneklendirmenizi istesem; müzik romancı, yazar olarak ne kazandırıyor size?
Müzik, her şeyden evvel bir ölçü duygusudur. Ahenk bilgisidir. Bizi bir yerde tutar. Ama mucizevi tarafı şudur müziğin; o ölçü ve ahenk içinde bize sonsuzluğun özel anlarını, tarihlerini ve yaşanmışlıklarınısezdirir. Gerçek müziğin sanat ve kültür alanında daha fazla ve daha ısrarlıbiçimde gündeme getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Konfüçyüs müzik bilmeyen birisinin devlet adamı olamayacağını söylemiş. Çok doğrudur bu. Günümüzde toplumumuzun kültürel bir “dekadans” içinde aşağılara doğru kaymakta olduğunu görüyoruz. Yaygın müziğimize bakın. Evcil hayvanların cinsel münasebetlerini işleyen hikâyeleri bugün müzik ve “klip” diye izliyor, dinliyor halkımız. Eğer çocuklarımız ileride müzik gibi büyük bir ruh imkânından bunu biliyor ve hatırlıyor olacaklarsa, durum gerçekten hazindir diye düşünüyorum.
Sven birçok ilginç yönü bir araya getiren bir karakter. Siz Sven üzerinde yoksul alt-kültür gençliğine karşı geliştirilen bir algıyı dile getiriyorsunuz. Dış görünüşler üzerine toplumun yargılamalarının çok isabetli olmadığını söyleyebilir miyiz?
Elbette. Ama Sven’le ilgili asıl mesele, Marmaris’teki elden düşme “punk” kültürünün asıl kaynağından, kaynak-ülkesinden gelen Sven’in başka daha önemli dertlerinin Marmaris’teki “punkçılar” tarafından algılanamaması.Sven’in orada mutlak bir “yalnız” hâline gelmesinin/getirilmesinin hikâyesi. Gösterişçi bir yüzeyselliğin, yani “punkçı” benzeşmenin, kendi “cemaatinden” olanı ve kendine benzeyeni bile anlamaktan bile ne kadar uzak olduğunun gösterilmesiydi. Bütün üniformalar altında gizli olanı örter, vücutları örter, hikayeleri örter. O yüzden de gereğinden fazla önemsenmeleri bizi yanıltır. Gelenekte de böyledir ve bu yanılsamayı ifade eden yüzlerce mesel vardır.
Romanınızda çocukluğu hatırlamak, hatırlatmak çok da iyi bir dünyada yaşamadığımızı göstermek için mi? Öyleyse şimdinin çocukları için neler söylemek istersiniz? 150. sayfada süresi baştan belli olan ilişkiler gibi...
Yoo. Çocukluk daha başat ve merkezi bir yer işgal ediyor romanda. Delilikle birlikte. Öyle düşünsek bence daha doğru.
“Sahipli Evler” kısmıile fantastik ögeler de giriyor romana. Fantastiğin yerine ilişkin neler söylersiniz?
Bence fantastik öğe kurgunun akıl-dışına açılan şiirsel bir penceresi olarak güzel ve verimli. Ama kurgunun kendisini temelden ve tamamen fantastik öğenin üzerine oturtmak bambaşka bir yol ve benim mizacıma uygun değil. Ben hayatın kendisinin yeterince yakından ve uzun süre temaşa edildiğinde, yeterince/fazlasıyla “fantastik” olduğunu düşünüyorum. Ben onun derinliklerine inmek için sote yollar, dar geçitler, fantastik bağlantılar bulmamız gerektiğine inanıyorum. Onu seviyorum. Başka yazarlar elbette başkaşeyleri seveceklerdir ve takip edeceklerdir.
Size göre şiir hayatın elindeki son kart ise, roman yazan biri için şiire kadar hayat karşısında kaybedilecek birkaç cephe daha var diyebilir miyiz?
Bir kaç cephe, veya daha çok. Onu başımıza gelenler bize söyleyecektir. Hatta, başımıza gelmiş bir şey olarak hayat söyleyecektir. Kulağımızı hangi yöne ne kadar açacağımız meselesidir bu.


