Zafer Özdemir
Kral Abdullah’ın[1] 48 uçakla seyahat ettiği
söyleniyor. Benim o kadar uçakla gitmek istediğim tek yer kalbim olurdu. Ne ki
krallar gibi kalbe gitmesi için insanın değil 48, tek bir uçağa bile ihtiyacı
yoktur.
İnsanın kendi içine,
yüreğine doğru yapacağı yolculuklar günümüzde bir melodrama maruz bırakılmış
görünüyor. Melodram için “dramın
karikatürleştirilmiş biçimi” denir. İnsanın kendine yolculuğunun pekâlâ acıklı
bir yanının bulunduğunu kabul etmek gerekir. Ancak dram abartılırsa, melodram
dediğimiz suniliğe de dönüşebilir bu.[2]
Zamanenin gösterdiği:
Yaşadığı boğaz enfeksiyonunu bir salgın hastalık gibi sunma becerisi!
Belki de bu yüzden
güngörmüş yetişkinler, kalpten söz eden günümüz gençlerini acılar içinde
izliyorlar.
Bütün gençleri daha
baştan suçlamak haksızlık olur elbette. Ancak onların çok azı, ilerleyen bilim
sayesinde uzayın derinliklerine vâkıf olurken ‘kendi gibi olmak’tan uzaklaşmadılar.
Uzaklaşmanın binbir
türlüsü var. Biri de şu:
Eski bir fotoğraf, bir
hatıra, geçmişteki bir olay cilalı bir şekilde yeniden sunularak… Bunun için “throwback” tabiri kullanılıyor. “Hey gidi günler”in
afili söylenişi “throwback” şeklinde oluyormuş.
Toplumsal tarihinden
utananların (dolayısıyla uzaklaşanların) parlak bir kişisel geçmişe sahip olmak
için sarf ettikleri çaba ironik değil
mi?
Bu komediyi pazarlamak
için bize kişisel gelişim diye bir zoka yutturdular. Kişisel gelişim, sebze ve meyvelerin üzerini kaplayarak onlara
parlaklık veren ve raf ömrünü uzatan kimyasal madde parafin gibi bir şey.
Kelime “throw back” olarak ayrı yazılırsa
“ilerlemesini engellemek” demek.
Her şey açık değil mi:
İnsanın kendine doğru
yöneliminin önünde engel olarak afili bir tarzla “hey gidi günler” diyerek
avunması yatıyor!
Komediyi pazarlamanın
bir başka yolu da parodi yapmak…
Sosyal medyada yapılan esprilerin altındaki zekâyı küçümsemiyorum; ancak parçası olduğu kültürün perde arkasındaki
büyük ekonominin varlığını da unutmamalı. Instagram,
Twitter, Facebook’ta paylaşılan her esprinin bu mecraların borsadaki
durumuna katkısı var. Kötü esprinin de elbette…
Parodi, gerçeğin mizahi
yolla taklit edilmesi, alaya alınmasıdır. İnsanın iç yolculuğu ile alay
edilmesi ironik bir biçimde bu yola başvuranın kendine yabancılığını yansıtır.
Yunus Emre’nin “göçtü kervan kaldık dağlar başında” dizesini fal
yorumlar gibi “sana yol görünüyor” şeklinde yorumlayan kişinin yaşadığı
yabancılaşma değil midir?
Ah şu zamane gençleri,
sırf ünlü olabilmek için Artemis tapınağını yakan Yunanlı Herostratus gibi itibarlarını hiçe saymayı nasıl da deniyorlar!
“aheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın”
İnsan, bir yolculuğa
çıkınca, okuduğu kitapların tedailerle
(çağrışım) olsun hatırına gelmesini ister. Bilhassa da şiirlerin… Şiir,
gezginlere yol azığıdır. Seyyahlar: “Gelin
ey ehl-i hakikat, çıkalım dünyadan/ Gayr yerler gezelim özge sefalar sürelim”
diyen Fuzuli gibidir. Gördükleri,
içinde yaşadıkları geçici dünyayı gerçek hayatın önünde perde görürler. Her
adımda o âleme adım atmak isterler. Bazı batinî şairler ise harflerin
oluşturduğu gökyüzünün altında yolculuk yaptıklarını hayal eder.
Esma-i İlahiyyede bî-had hünerim var/ Her demde semavat-ı
hurufa seferim var
(Niyazi-i Mısrî)
Mehmet Akif’in şiiri, bütün gerçekliğiyle yirminci asrın başındaki
Osmanlı ve İstanbul’u gezer, anlatır. Şehir, mahalle, sokak, mahalledeki kahve,
kahvedeki insanlar, ahşap ev ve bu hanede yaşayanlar, sokaktaki satıcı... Hepsi
M. Âkif’in tarassutu[3] (gözetleme)
altındadır. M. Âkif’in bakışları
karanlık bir nokta bırakmamacasına baktığı
yeri aydınlatan bir projeksiyon ışığı saçar.
Şairler ütopik dünyalar
kurmayı severler. Tevfik Fikret Ömr-i Muhayyel’de sadece sevgilisiyle
yaşayacağı iki kişilik bir dünyayı arar. Ahmet Haşim’in O Belde’si de muhayyel
bir şiir beldesidir.
Yahya Kemal de Osmanlı kültürünü, İstanbul’u “Kendi Gökkubbemiz” altında şiirleriyle
gezen bir seyyahtır. Şairlerin seyahati hayalî de olsa gerçeklerden izler
taşır. Tarih kitaplarının anlatamadığını şiirler duyumsatır. Yahya Kemal,
Osmanlı’nın kültürüne, hamasetine (kahramanlık) hayrandır. Gerçeği, bu
hayranlığın doğurduğu bir çeşit çarpıtmayla izlemekten zevk de duyar.
“Ruh, ufuksuz yaşamaz”[4] diyen şair her an
seyahattedir. “Ufuklar” şiirinde
dağlar ufkunda heybeti, ova ufkunda huzuru, deniz ufkunda teselliyi görür. Annesinin
bakışları şairin bir başka ufkudur. Yahya Kemal’in yolu uzun ve güzel bir
masala benzer[5].
Ruhu gezgin bir kuşa benzeterek, onun kıyısız bir denizde, konmadan uçtuğunu
söyler. Onun yolculuğu sessiz ve derindir. Bu yüzden “aheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın” demektedir.
Yahya Kemal,
şiirlerinde, şiirsel seyahatinde zaman zaman ölüm ve yok olma korkusunu
yansıtsa da üstadı Baudelaire gibi
“kötümserlik” içinde değildir. Baudelaire, şiirsel yolculuğunda bindiği
gemisine “ölüm”ü kaptan olarak seçer; “Ey
ölüm, koca kaptan, demir alalım! Haydi!”. Baudelaire, Yolculuk adını
verdiği şiirinde “Acı bilgi, yolculuk ile
sağlanan bilgi!”dir derken ıstırap çeken bir ruh hâlini yansıtır.
Baudelaire’in şiirsel yolculuklarında, kitabına adını verdiği Kötülük Çiçekleri açar.
Necip Fazıl ise
Kaldırımlar’da başladığı yolculuğunu “gaiblere” taşımak ister. Onun seferi
“sonsuza varmak” içindir. Şiirlerle çıktığı yolculuğunda Sezai Karakoç’un
refiki ise (dost, arkadaş) “Hızır”dır.
Şairler kelimelerle
yolculuk eden seyyahlardır. Şairlerin gözleri kelimeler, imgelerdir. Hayalse
görüneni farklı görmek isteyen seyyahların şiiridir.
[1] Suudi Arabistan'ın Mekke şehrindeki kutsal topraklarda
Osmanlı'dan kalan tek eser olan Ecyad Kalesi’ni 2002 yılında buldozerlerle
yıktırdı. Yüzlerce yıllık geçmişi olan ve 1600'lü yılların sonunda Türkler
tarafından baştan aşağı yeniden inşa ettirilen kale, Arap yarımadasının
elimizden çıktığı Birinci Dünya Savaşı'na kadar Türk garnizonu olarak
kullanılmıştı.
[2] Bizde
acıklı anlamına gelen “dram” Ermenice “para” anlamına geliyormuş. Acılarımızı
ne yaptıklarını görüyor musunuz!
[3]
Tarassut, ‘gözlemevi’ anlamına gelen “rasathane” kelimesi ile aynı kökten
geliyor.
[4]
Ufuklar
[5]
Deniz Türküsü