13 Ekim 2012 Cumartesi


"Türlü Helecanlar"

Dün Sakarya'daydık. Sabahın erken saatlerinde yola çıkmıştık, üniversitedeki işlerimizi halletmek için. Mukadderatın bizi Sakarya üniversitesinde de ayırmadığı üç arkadaş, İstanbul'un şiirlere konu olan sisli manzarasını geçerek okula varıyorduk. Eskilerin tabiriyle "türlü helecanlar" içindeydik. Helecanlarımız, heyecanlarımız tezlerini tamamlayan arkadaşların, onlara vazifelerini yerine getirme imkanı tanıyan Latif'e şükürleriyle temiz bir sessizliğe kavuşuyordu. Daha birkaç sene önce başlayan uzun soluklu yürüyüşün bu durağa uğraması ancak ilahi bir elin dilemesiyle mümkün olabilirdi.
Bunun "hayret"le farkındaydık. Hayretimiz hayata, ölüme ve bize dair belki ömrümüzün birkaç yılına yetecek mevzuları kuşbakışı bir şekilde yoklamamıza vesile oldu. Bu konular zaman içinde bir yerlerde satırlara dökülecektir herhalde. Yolculuk yapmanın insana kattığı, hatırlattığı değerler var. Yolculukta sırlar var, tıpkı dostlukta olduğu gibi.

11 Ekim 2012 Perşembe


Elmalılı’yı Şakar’ın Bir Öyküsünde Görünce

Cemal Şakar'ın, öyküleri bir araya getirilerek “Sel ve Kum” başlığı altında yayımlanmıştı. Şakar’ın çalışmalarını yakından takip eden okurlar için güzel bir haberdi bu. Şakar’ın ilgiyle takip edilmesinin birçok sebebi olabilir ancak ben bunlardan biri üzerinde bir hikâye seçki kitabında okuduğum İzlek adlıöyküsünden hareketle durmak istiyorum. Belki de son dönemde gerilediği söylenen öykücülüğümüz üzerine de tespitler içeriyordur, bilemiyorum.

Edebiyat’ın kuram/ teori bağlamında sıkça ele alındığı günümüzde “metin” kavramıüzerinde sıkça duruluyor. Metin, eser dışındaki yazılı, sözlü, kültürel, okur, dönem gibi unsurlarla tamamlanan bir yapı olarak kabul ediliyor. Bir röportajında “okuyunca tamamlanacak öyküler yazıyorum” dediğini hatırlanırsaŞakar’ın da bu anlayışa benzer bir edebiyat yaklaşımını dile getirdiği izlenimi edinmek mümkün görünebilir.

Cemal Şakar’ın İzlek adlı öyküsünü bu yaklaşım çerçevesinde değerlendirmek mümkün. Öykü, eserine başlamak için âdeta doğum sancıları çeken bir yazarın hâlini yansıtıyor. Öykü kişisi yazarın yaşadıklarından ne türlü sıkıntılar çekildiğini bir kere daha anlıyoruz. Bu yönüyle öykünün yazılma sürecini metne dâhil ettiği görülüyor.

Ancak benim dikkatimi çeken konu, ElmalılıHamdi Yazır’ın öyküde anlatıcı tarafından âdeta bir öykü kişisi kadar ele alınması. Elmalılı Hamdi Yazır, son dönem İslam âlimlerinden biri ve Hak Dini Kur’an Dili adlı meşhur tefsirin yazarı.

Şakar’ın, Elmalılı’ya hikâyesinde yer vermesi; öykünün anlam dünyasına girilmesi için derin bir medeniyet ufkunu zorunlu kılıyor. Öykünün derin yapısının "metinlerarası" ilişki bağlamında ele alınarak çıkarılabileceği anlaşılıyor. Cemal Şakar, Batıcı kodlarla örülen hikâyenin sırt döndüğü bir dünyaya kapılarını açarak hem öykümüze tematik bir zenginlik katıyor hem de en yakınımızdakini, bize dair olanı görmek gibi aslında basit ancak ihmal edilen bir duyarlılık geliştiriyor.


10 Ekim 2012 Çarşamba


Duanın (istemenin) Şartları

Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili tefsirini okurken:

 

Elmalılı Fatiha suresinin tefsirine, sureye verilen isimleri açıklayarak başlar. Bunlardan biri “Ta'lim-i mesele”dir. Suret’ül-hamd, Ümmü’l-Kitap ve “Sebi masani” gibi bilinen isimlerinin yanında surenin bu adı için Elmalılı’nın yorumları dikkat çekicidir.

 

“Ta'lim-i mes'ele” (istemeyi öğretme) ki Fâtiha'da istek ve duanın, iste­menin şartı ve adabı ve istenen şeyin en mükemmeli pek düzgün bir şekilde öğretilmiştir.

İstemenin şartı;

birincisi tanımak (bilmek);

ikincisi amel etmek;

üçüncüsü ihtiyacı hissetmektir.

 

İstemenin adabı da;

birincisi övmek,

ikincisi (bir kimseye) mahsus olduğunu arz etmek,

üçüncüsü istenecek şeyi iyi seçmek suretiyle istenen zâta arz etmektir.

 

İstenen en mükemmel şey ise, nimetin bizzat ken­disi değil, o nimeti elde etmenin doğru ve kusursuz bir yolunu bulmada Allah'ın yardımıyla başarı nasip etmesidir. Çünkü bir nimetin doğru yolunu bulmak onu her zaman bulmak demektir.”

“Ötesini Söylemeyeceğim”

 

yarım kalan bir roman vesilesiyle…

 

Edebiyat ve ahlak konusu edebiyatın, estetiğin en eski ve temel problemlerinden biridir.

Platon, tragedyalarda gençlerin ahlakını bozan örnekler olduğu gerekçesiyle tragedyaları, şiiri zararlı bulmaktadır.

Günümüze kadar Doğu ve Batı edebiyatlarında edebiyat-ahlak ilişkisini örneklendirecek ciddi bir literatürün varlığında şüphe olmasa gerek. Boccacio’ları, Binbir Gece Masalları’nı, Emile Zola’yı hızlıca geçip Servet-i Fünun’daki tartışmaları, Mehmet Akif’in görüşlerini bir kenara bırakıp Sezai Karakoç’a geldiğimizde, Ötesini Söylemeyeceğim şiiri üzerinde durmak gerekecektir.

Sezai Karakoç'un Ötesini Söylemeyeceğim adlı şiiri birçok açıdan değerlendirilebilir, yorumlanabilir. Bu şiirin Karakoç'un poetik duruşu açısından da önemli bir tarafı vardır. Sanırım bu konu Sezai Karakoç'un poetikası, şiiri hakkında görüş bildirenler açısından daha önceden tespit edilmiştir. Ben özellikle bir araştırma yapmış değilim. On yaşında bir çocuğunun gözlerinden/ sözlerinden yansıyan şiirde, bu çocuğun bir Fransız asker ve eşi arasında genel ahlak açısından rahatsız edici görüntülerini “ötesini söylemeyeceğim” diyerek yoruma açık ve aslında yorumsuz hâle getirmesi meselesinin hem Karakoç’un poetik duruşu hem de edebiyat-ahlak ilişkileri açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Hele Karakoç’un çağdaşı Cemal Süreya gibi bütün estetiğini ötekini söylemek üzerine kuran bir şair de varken şiirin önemi bir kat daha artmaktadır.

Günümüz edebiyatında da ahlakın, onun bir boyutu olarak cinselliğin teorik bir zeminde bununla birlikte popüler kültür meselesi olarak vulgarize bir şekilde de medyamızda ele alındığını görmekteyiz. “Muhafazakâr sanat” polemiğinde olduğu gibi kör dövüşlerinde de kendisine rastlamak mümkün.

 

 

 

 

 

 

 

8 Ekim 2012 Pazartesi


Fahim Bey ve Biz'den;
“Bir talihin ademe göçmesinden onunla alâkası olmayan ne anlar? Bir fâninin öldüğüne kimse şaş­maz ve kimse düşünmez ki o da kendisini ölümden bizim kendimizi sandığımız kadar uzak sanırdı. İn­sanlar, birbirlerinden uzak mesafelerle ayrılmış yıl­dızlar gibi, kendi hususî boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı bi­rer dünyadır. Bir yıldız sönünce ondan uzaktakiler bir şey duymaz. Herkes ancak biraz kendi komşusuy­la meşgul olur. Herkes ancak bir iki düşmanı için kin, ancak üç dört dost veya akraba için haset veya muhabbet ve ancak beş altı vücut ve ruh için biraz zaaf, bir temayül veya bir aşk duyar ve beşeriyetin üst tarafı bize tamamen yabancı gibi karanlık kalır.”