Zafer Özdemir
Söyleşi
sayfalarımızda bu ay, entelektüel tecessüsü ve meselelere kuramsal düzeyde
yaklaşımı ile ayrıcalıklı bir yer edinen aydınımız Sayın Hilmi Yavuz ile sohbet
tadında gerçekleşen bir metin yer alıyor. Medeniyetleri dinlerin, kültürleri
ise milletlerin ortaya çıkardığı tezi ve Gregory Jusdanis’den hareketle “özerk
estetik bilinç” kavramsallaştırması etrafındaki konuşmamızı Hilmi Yavuz ile
Sezgin Gök, Fatih Özdemir, Ahmet Koçak ve Zafer Acar’ın da katıldığı bir
ortamda gerçekleştirdik. Ancak bir kısmını siz okurlarımızla paylaşabildiğimiz
söyleşimizin, üzerinde derinlikli tartışmaları hak ettiğini düşünüyor ve
ilginize sunuyoruz.
Gregory Jusdanis’in, Yunanistan'ın modernleşme tecrübesini tartıştığı 'Gecikmiş Modernlik ve
Estetik Kültür, Millî Edebiyatın İcad Edilişi' adlı kitabından hareketle
“özerk estetik bilinç” in “klasik
olanla modern olanı kaynaştırma” şeklinde işlediğini ifade etmiştiniz? Özgün,
özerk estetik bilincin temel karakteristiğini neler belirler?
Ben tezim şudur:
İslam her şeyden önce bir medeniyettir. Yahya Kemal’den sonra İslam’ın sadece
bir akait manzumesinden ibaretmiş gibi alımlandığını ve İslam’ın inşa ettiği o
büyük estetik medeniyetin giderek arka plana itildiğini, gözden uzak tutulduğunu,
ihmal edildiğini düşünüyorum. Dolayısıyla İslam’ın, kendine mahsus bu estetik
medeniyetin bugünkü modern dünya ve insan için bir anlam taşıyıp taşımayacağını
sorgulamak istiyorum. Bunun pratik bir amacı var; bizim insanımızın hakikat
boşluğu içine düşmüş olması… Yani bizim insanımız referanslarını kaybetti.
Neyin güzel, neyin çirkin, neyin erdemli, neyin erdemsiz olduğu gibi bizi
birtakım kıymet hükümlerine taşıyacak olan etik ve estetik kriterler, ölçüler
kayboldu.
Bunun sebepleri neler? Bunu ne ile izah
ediyorsunuz?
Her şeyden önce
Müslümanların birinci dereceden mesul olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki Müslümanlar
mesuliyeti kendilerinin dışında, mesela resmî ideolojide, Kemalizm ve Batı’da
vs. aramışlardır. … Elbette bunların da payı var ama asıl olan Müslümanların
kendilerini sorgulamalarıdır. İslam’ın bir medeniyet dini olarak bize, modern
dünyaya ve bugünün Müslüman’ına etik ve estetik kriterler sunmakta niçin geri
kaldığını, niçin böyle bir donanımla bizi donatmadığını sorgulamak
durumundadır. Kemalizm’in, toplumsal dönüşümlerin, modernleşmenin birtakım
etkileri olmuştur ama bu etkilerin bize kendi referanslarımızı unutturmaması
gerekirdi diye düşünüyorum. O yüzden bu referansların olması gereken alanlarda bir
hakikat boşluğu vardır. Müzikte olsun, sinemada olsun, edebiyatta olsun böyle
bir referanssızlığın hüküm sürdüğünü görüyorum. Bundan elli yıl önce dünyaya kendi
referanslarıyla bakan, edebiyata, müziğe, sinemaya kendi medeniyetlerinin
kodlarıyla bakan insanların bugün üretilen müzik, edebiyat vb. hakkında, benim
gibi o referanslardan yola çıktıkları için, farklı düşündüklerini sanıyorum.
Hakikat boşluğu derken hakikati nasıl izah
ediyorsunuz?
Estetik ve etik
açıdan Müslüman insanı birtakım doğrulara, hakikatlere götürecek kriterlerin olmayışının
bir hakikat boşluğu, bir hakikat yokluğu yarattığını söylemek istiyorum.
Andrew Davison,
dilimize “Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik” adıyla çevrilen kitabında, “Modernizmin
bilimsel araştırmayı, bütün geleneksel dünya anlayışlarının üzerine”
çıkarmasının, bir “hakikat boşluğu” inşa ettiğini belirtir. “Hakikat boşluğu” insanın
entelektüel hayatındaki geleneksel hakikat referanslarının silinmesidir.
Bu, özellikle Müslümanların dinlerini ikame
ettiği fıkıhtan daha ötede bir anlamayı, öze ilişkin bir eksikliği mi işaret
ediyor?
Tamamen öyle…
İslam sadece akaitten ibaretmiş gibi görülmüştür. İslam’ın çok daha farklı
düzlemlerde, zihinsel ve heyecansal düzlemde alımlanmasının mümkün olabileceği
unutulmuş ve tamamen şekle/forma indirgenmiştir. Bu form Müslüman insanın
hayatının hemen hemen bütün veçhelerinde görünen bir şeydir. İslam sadece kamusal
alanda görünmeye indirgenmiştir. Çok kabaca söylemek gerekirse; “adam cumaya
gidiyor mu”ya indirgenmiştir. Bunun anlamı; insanların Müslümanlığı kamusal
alanda görünüyor mu, görünmüyor mu? Adamın evinde namaz kılıp kılmadığı önemli
değildir. İki; “meyhaneye gidiyor mu”, adamın evinde içki içip içmediği önemli
değildir. Üç, “eşi örtülü mü?”ye indirgenmiştir. Eğer Müslümanlık bunlara
indirgendiyse, “Müslümanlar Kemalistleşti” diye yazmamda haklılık payı var
demektir. Bu tersliğin, etik ve estetik açıdan bazı kriterlerin muhteva olarak
göz ardı edilmesi ya da silinmesinden mütevellit olduğunu düşünüyorum.
Bu bahsettiğiniz süreç içinde tasavvufun
etkisizleştirilmesi ya da etkisini kaybetmesinin de bir derece rolü olabilir
mi?
Tasavvuf deyince
bunu bir bütün olarak düşünmemek lazım... Yani Mevlevilik ile Nakşibendîliği -tabiri
caizse- aynı ontolojik düzeye koyamam. Çok farklı sorunsallardan yola çıkıyor
her ikisi de. Dolayısıyla tasavvufu genel bir çerçeve içinde düşünmek pek
mümkün değil. Mevleviliğin, İslamiyet’in geçmişte inşa ettiği estetik medeniyete
katkıda bulunduğunu; musikisiyle, minyatürüyle çok büyük bir kültür inşa ederek
İslam medeniyetine katkıda bulunduğunu düşünürsek… Estetiğe katkıda bulunma
anlamında tasavvuf içinde sadece Mevlevilikten söz edebiliriz. Onun dışında
herhangi bir tasavvuf yolundan söz edilebilir mi, ondan çok emin değilim.
Günümüzde tasavvuf popüler kültür öğesi
olarak bir şarkıda, bir romanda, günlük hayatta sıklıkla karşımıza çıkıyor. Tasavvufa
olan bu ilgi özgün bir estetik bilincin oluşturulması anlamında gerçek bir
eğilim mi yoksa bütün bu tasavvufi jargon tematik bir unsur olarak mı
kullanılıyor?
Tematik bir
unsur olarak kullanılıyor, yani kullanıldıkları bağlama bakarak tasavvuf
kültürüne olan ilgi ve merakın bir dekor aracı olduğunu söylemek mümkün.
Son dönemde millî edebiyat vurgusunun
azaldığı görülüyor. Bir yazınızda kullandığınız size ait tabirle “kanonik
medeniyet inkarcılığı”nın gerilemesi olarak görülebilir mi bu durum?
Ben millî
edebiyat vurgusundaki bu azalmanın doğrudan
doğruya bir medeniyet meselesi olduğunu düşünüyorum. Bunun uluslaşma ile
milliyetçilik ile değil daha çok İslamlıkla yani dinle ilgili bir mesele
olduğunu düşünüyorum. Yani bize hakikat boşluğunu giderecek referansları
verecek olan milliyetçilik değil, İslam’dır bana göre. Dolayısıyla sadece basit
bir kültür meselesi olarak değil de bir medeniyet meselesi olarak ele alındığı
takdirde bu hakikat boşluğunu kapatabiliriz. Bana göre milliyetçilik ne estetikten
ne de etikten söz eder bize. Mesela ahlaktan bahsettiğimiz zaman sadece Türk
ahlakından, Türk kültürüne mahsus olan bir ahlaktan mı söz ediyoruz yoksa İslam’ın
bize telkin ettiği milliyet dışı bir ahlaktan mı? Yani İslam ahlakının dışında
bir Türk ahlakından söz edilebilir mi, bence edilemez! Türk ahlakı adı altında dile
getirilen şeyler, milliyetçilik bağlamında Türklüğün kültürel temellerinin de
olduğuna ilişkin birtakım argümanlar belirtmek için icat edilmiştir.
Hocam daha da belirginleştirmenizi
isteyeceğim, sizin İslam’a çok vurgu yapmanız bir taraftan tepki görmenize bir
taraftan da yanlış anlaşılarak aşırı destek görmenize neden oluyor.
Bu konuda çok
tepki gören bir insan olduğum doğru. Ben insanların niyetlerine bakmam; yani
eğer insan doğru söylüyorsa, bu adam niye doğru söylüyor diye niyeti sorgulanmaz.
Ama eğer yalan söylüyorsa, o zaman hangi
niyetle yalan söylediği araştırılabilir. Yanlış anlaşılmalara dair size bir örnek
vereyim: Kalem sahiplerinden biri “vahdet-i vücut”taki “vücut” gövde anlamına
gelir, diyor. Biz de haliyle bunun yanlış olduğunu yazmak durumunda kalıyoruz. Bu
sefer de adam diyor ki “sen bunu bir gerçeği ortaya çıkarmak için değil başka bir
amaçla yazdın!”
Hilmi Yavuz gelişen hadiseler karşısında
kendini nasıl hissediyor; Kürt meselesi, Suriye’de yaşananlar, Gazze olayları… Tabii,
bu üzücü olayların yanı sıra güzel şeyler de olmuyor değil. Genel olarak
baktığınızda tabloyu nasıl görüyorsunuz, memnun musunuz?
Hayır, memnun
değilim ama bu memnuniyetsizlik benim meseleleri sadece siyasi ve ekonomik
meseleler olarak görmemden kaynaklanan bir durum değil. Mesela, Avrupa Birliği meselesi
sanki bize siyasi ve iktisadi mesele gibi sunulmuştur. Oysa bu bir medeniyet
meselesidir. Bakın, kavramsal ayrımlar vardır; bir medeniyete ya ait olursun, ya
olmazsın. Bir toplumun herhangi bir medeniyetle ya aidiyet ilişkisi olur ya da
mensubiyet ilişkisi…. Biz Batı medeniyetine ait değiliz. AB bir medeniyet
projesidir; siyasi, ekonomik bir proje olmanın çok ötesindedir. Meseleleri
sadece siyasi ve ekonomik meseleler olarak görmemden kaynaklanan bir mutsuzluk,
bir memnuniyetsizlik değil benimkisi.
Aydınlarımız da bu konuda perde arkasına mı
geçtiler, seslerini mi kıstılar, bu konular hakkında konuşması gerekenler
yeterince ses çıkarmıyor gibi, ne dersiniz?
Her gün gazeteleri
okuyoruz; Türkiye’de köşe yazarlarının 10’da 9’u meseleleri siyasi ve ekonomik
mesele olarak görüyor, o kadar! Bu koşullarda insanımızın meselelere başka
türlü bakmasına imkân ve ihtimal var mı? Hasan Cemal böyle yazıyor, Taha Akyol
böyle yazıyor, filanca böyle yazıyor… Hepsi de meselelerin siyasi ya da
ekonomik olduğunu değerlendirip o açıdan yazıyorlar. Demek ki Türkiye’nin başka
meselesi yok! Halbuki olaylara daha geniş bir perspektiften bakmak gerekiyor. Ne
yazık ki bu geniş perspektife ne bizim siyasilerimiz ne de entelektüellerimiz
sahip! Böyle bir perspektif yok maalesef.
Medeniyet meselesinde II. Meşrutiyet dönemi
aydınlarının mesela Gökalp’ın Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak şeklinde
bir sentez sunduğunu görüyoruz. Bugün böyle bir formül yok, siz nasıl bir çözüm
öneriyorsunuz?
Tabii, ben
meseleleri milliyetçilik açısında görmüyorum, doğrusunu söylemek gerekirse. Meseleyi
sadece medeniyet meselesi, İslam meselesi olarak düşünüyorum. Sentez dediniz;
sentez, birbirinin karşıtı olan tez ve antitezin kendi kimliklerinden
vazgeçerek yeni bir kimlikte birleşmeleri demektir. Bunun peşine düşmek kadar
vahim bir şey yoktur. Sentez diye bir şey olamaz! Sentez olursa bunun adı Gill
Deluze’nin kavramsallaştırmasıyla “disjunctive
sentences” (ayırıcı sentez) şeklinde
olur. Yani bir sentez ama sentezi oluşturan tez ve antitez; tezlik ve anti
tezlik özünü muhafaza ederek bir araya gelir; bu da “ve” bağlacı ile sağlanır diyor. Çok enteresan bir şey. Osmanlı-Türk
toplumu “modern ve geleneksel” bir toplumdur. Ya modernist ya gelenekseliz,
böyle bir şey yok. Yani hem modern bir toplum hem geleneksel bir toplum… Modern
ve gelenekselin kendi özlerini muhafaza ederek bir bütünün içinde birleşmeleri
mümkünken niye biz sentez diye ısrar ediyoruz? Sentezin ne olduğunu düşünmeye
başladığımız anda böyle bir şeyin mümkün olmadığının da altını çizmiş oluyoruz.
Yani hem modernlik modern olmaktan vazgeçecek hem de geleneksel olan geleneksel
olmaktan vazgeçecek; sonra da bunlar ne olduğu bilinmeyen meçhul bir sentezin
içinde var oluşlarını devam ettirecekler! Ne bu? Böyle bir şey mümkün olabilir
mi? Sentez fikri, geleneksel ile modernlik arasında bir çözüm yolu değildir, mantıksal
olarak. Eğer bir sentezden söz edilecekse, bu “disjunctive sentences”
(ayırıcı sentez) olur, yani her ikisi de kendi özlerini muhafaza
ederek bir arada olmayı sürdürmek şeklinde olur; böyle bir sentez için her
ikisini “ve” bağlacıyla bir arada tutmayı mümkün kılacak koşulları
üretmek gerekir. Mesele bundan ibarettir.
Yapılan şey bize özgü olmayacak mı?
Bize özgü olacak
tabii… Çünkü gelenek bize özgü, modernleşmemiz de bize özgü…
Hocam o zaman ve bağlacı dediğiniz Tanzimat
yazarlarına biraz daha yakın sanki… Peyami Safa’dakinden en azından…
Peyami Safa
sentez diyor, Doğu-Batı sentezi diyor. Bence orada ciddi hataları var Peyami
Safa’nın. Sentez demekle mantıksal bir hata yapıyor.
O takdirde Peyami Safa, Tanzimat
yazarlarından da daha geri bir noktada olmuş oluyor.
Tanzimat zihniyeti,
geleneksellikle modernliği “ve” bağlacı ile bir araya getirecek bir zihniyet
midir, Tanzimatçılar, Tanzimat yazarları böyle bir anlayışa sahip midirler, doğrusu
biraz da şüphe etmek gerekir; Söylediğiniz belki de doğrudur ama üzerinde
düşünmek lazım.
Hocam, medeniyet ile kültür ayrımını
yaparken aklıma son dönemde şiirin gerilediği, nesrin daha öne çıktığı tespiti
geliyor. Sizin yaklaşımınızdan anladığım, medeniyetin sanki biraz şiirle,
kültürün ise nesirle ilişkili olduğu; böyle bir şey söyleyebilir miyiz?
Medeniyet açısından bakıldığında
bizim medeniyetimiz bir düz yazı medeniyeti değildir. Yani Batılı türler olan roman
gibi, tiyatro gibi, deneme ve hikaye gibi nesirle yapılan yazı sanatları
geleneğimiz yok. Biz her şeyi şiir ile ifade etmişiz. Batı’nın şöyle bir farklılığı var; Batılılar
edebi yazı türleri arasına ayırt edici sınır çizgileri çizmiştir. Bu şu demek; beş
tane kağıdı alıp bunların her biri üzerine ayrı metinler yazalım ve bu
metinleri belli bir eğitimden geçmiş Batılı insanlara okutalım. Sonra da onlara
okuduklarından hangisinin mektup, hangisinin tarih metni, hangisinin şiir,
hangisinin felsefe metni, hangisinin roman veya hikaye metni olduğunu soralım. Yüzde
yüz eminim ki, belli bir eğitimden geçmiş kişiler, en küçük bir yanılgıya
düşmeksizin okudukları metinlerin türünü doğru olarak söylerler. Söylemler
arasındaki farkın böyle bir yanı var. Bizim zihin geleneğimizde böyle bir fark
söz konusu değil. Mesela felsefe için ayrı bir felsefi söylem üretilmiş değil… Şair,
felsefesini şiirle ifade ediyor. Şeyh Galib’in:
Hoşça bak
zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdûm-i
dîde-i ekvan olan âdemsin sen
beyti
pekâlâ bir felsefi önerme olarak da okunabilir. Bizde düşünceleri anlatmanın böyle
bir yanı var. Bizde felsefe için özel bir söylem üretilmesine gerek duyulmamış.
Peki, Batılılar ne zaman üretmişler felsefi dili? Sokrates’ten, Platon’dan
sonra... Sokrates’ten önce zaten bütün o presokratik [Sokrat öncesi] filozoflar
şiirle anlatmışlar felsefi görüşlerini. Heraklitos, Permanides gibi… Eğer Batı
bugün presokratikleri filozof sayıyorsa, Şeyh Galip’i de filozof saymak
durumundadır. Bana göre, dildeki söylem farklılaşması İsa’dan önce 5. ya da 4. yy.
da bu şekilde başlamış. İlk kez felsefe
ayrı bir dille ifade edilmeye başlanmış. Ondan önce Homeros İlyada’yı yazıyor;
İlyada Troya savaşlarının tarihidir. Ne var ki, İlyada destanı aynı zamanda bir
şiirdir de. Homeros tarihi şiirle anlatmıştır. Filizoflar, doğa felsefesine
ilişkin görüşlerini şiirle anlattığı gibi, Homeros ta tarihi şiirle anlatmıştır.
Sokrates’ten Platon’a entelektüalist, akıl geleneğine gelinceye kadar bu böyle devam
etmiştir. Daha sonra 19. yy.da Nietzsche çıkıyor, o da eskiye dönüyor; Böyle Buyurdu Zerdüşt hem felsefe metni
hem de şiir olarak okunabilir.
Kısaca özetlemek gerekirse, bizim
medeniyetimiz farklı disiplinler arasında böyle bir söylemsel ayrışmayı
gerçekleştirememiştir. Bunu bir nakısa olarak mı görmeliyiz, asla! Niye bir
nakısa olsun ki! Her medeniyetin kendisini ifade etme konusunda, kendi tarihini,
kendi felsefesini, kendi dünya görüşünü ifade etme konusunda kendi
enstrümanları vardır. Şiir bana yetiyor demiş Müslümanlar. İslam medeniyeti “şiir bize yetiyor; tarihi de şiirle yazarız,
felsefeyi de şiirle yaparız, diğerlerini de…” demiş. Bizim medeniyetimizin
kendini ifade etme konusunda başat, dominant, hakim enstrümanı şiirdir. Böyle
bir anlayıştadır bizim medeniyetimiz.
Dolayısıyla
şiirden romana doğru, düz yazıya doğru kayış; bu medeniyetin asli unsurundan,
kendisini ifade etme konusundaki asli ve geleneksel unsurundan sapma demektir,
kopma demektir. Ben meseleye böyle bakıyorum.
Hilmi Ziya Ülken’i eleştiriyordunuz, Mehmet
Kaplan’ın benzer bir görüşü var: Bir Türk felsefesi yoktur ama bir Türk
edebiyatı vardır; eğer bir Türk felsefi de olacaksa, bu edebiyattan yola
çıkarak olacaktır.
Bu şiirle olur.
Şimdi çok önemli bir noktaya gelindi; şiirin yerini düz yazı aldı. Şiirin
yerini düz yazının alması ne demek? Bizim geleneksel olarak kendimizi ifade
biçimi olarak seçtiğimiz şiirin, kendi medeniyetimiz bağlamında kendimizi en
iyi ifade edebileceğimizi düşündüğümüz o enstrümanın geri plana itilmesi demek.
Şiirin geri plana itilmesinin böyle bir manası var bence… İnsanlar artık şiirden
hoşlanmıyorlar diyerek izah edip geçmek doğru değil. Bir medeniyetin kendisini
ifade etme konusunda yaptığı tercihin göz ardı edilmesidir mesele...
Değişik bir
okuma biçimiyle “Türkiye kapitalistleşiyor, burjuvalaşıyor, o yüzden roman öne
çıkıyor” da denebilir. Ama benim okuma biçimim bu değil.
Bir kez daha
altını çizerek diyorum ki; bizim medeniyetimizde bizim insanımız kendisini
anlatmak için şiiri seçmiştir! Felsefi düşüncesini ifade etmede şiiri seçmiştir.
Her şeyi anlatmak için şiiri seçmiştir. Biz, bize ait olan enstrümanı kaybettik,
elimizden kaçırdık. Şiire kimse önem vermiyor. Şimdi ısrarla bazı
arkadaşlarımız -bendeniz dâhil olmak üzere- bayrağı yukarıda tutmaya
çalışıyoruz. Bu bayrak medeniyet bayrağıdır! İnanın bana, bunu retorik gereği
böyle söylemiyorum! Yunus’a bakıyorsunuz, Mevlanâ’ya bakıyorsunuz, Bakî’ye, Namık
Kemal’e, Ziya Paşa’ya bakıyorsunuz; hepsi de şiir yazmışlar, bir şey anlatacaklarsa
şiirle anlatmışlar.
Hocam, bu ufuk açıcı, dikkat çekici
röportaj için teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür
ediyorum.
Zafer Özdemir, Hilmi Yavuz ile Söyleşi, Etik ve Estetik Kriterlerin İhmali:“Hakikat Boşluğu”, Dil ve Edebiyat dergisi, Aralık 2012, sayı 48, s. 24-29.