14 Şubat 2014 Cuma

Dünyanın Kaçak Yolcuları: Çocuklar Mevlâna İdris ile Söyleşi


Zafer Özdemir

Yazarlık hayatınızı göz önünde bulundurduğunuzda çocuklar için yazmak süreç içinde hangi anlamları kazandı ya da farklı anlamları kazandı mı?
Yazarken zihinsel olarak ilerlemeler, sıçramalar oluyor kuşkusuz. Yazarken okur için değil, okurdan çok önce kendiniz için ve kendi içinizde keşifler oluyor. Ama sadece bu değil, içe göçmeler, çökmeler de mümkün. Çocuklar için yazarken bir farklılık olarak ufukta umut ve neş'e var çoğunlukla. Ama hep değil. Acı o alanda da var. Bazan bunun daha kesif olduğunu söylemek de mümkün. Ama işte çocukluk hep cennete daha yakın bir yer olduğu için oradaki acılar bile nasıl diyeyim, başka, büyülü bir dünyaya ait acılar gibi. Ama büyükler, çocukların da tıpkı yetişkinler gibi acı çekmesi için, o alanı büyüklere mahsus acı araç-gereçleriyle doldurmanın bir yolunu buluyorlar.

Çocukların teknoloji karşısında, okulda, şehir hayatı içinde karşılaştığı sorunlar artarak büyüyor gibi... Çocuk olmak zorlaşıyor mu? Günümüzde çocuk olmak nedir?
Çocuğun zamandan bağımsız kendi gerçekliği var. Çocuk her yerde ve her zamanda kendi doğası içinde çocuk. Ama çevresindeki plastik dünya geniş ya da dar olabilir, o ayrı bir bahis. Modern yaşama biçimleri ve buna bağlı sorunlar, aslında büyüklerin sorunu, ama ister istemez çocuğa da bulaşıyor. Sıkıştırılmış ve artık yaygınlaşmış kent hayatı, çocuk bilincinin ve pratiğinin gereklilikleriyle çoğu zaman örtüşmüyor ve onu kısıtlıyor. Ama burada bile çocuklar çocukça çıkışlarla kendilerine çocuksu alanlar açmayı çoğu zaman bize rağmen başarıyorlar. 
Bununla birlikte dijital dünyanın aşırı konforu, çocukları da edilgin bir çerçeve içine 'kendiliğinden' hapsediyor. Dünyanın her yanında, özellikle de metropollerde muhtelif çaptaki ekranlar karşısında 'büyülenmiş' gibi duran çocuk fotoğrafları bol miktarda bulunuyor. Bunun bir üst versiyonu gençler arasındaki 'sosyal medya' tutkunluğu. Bu yeni yaşama biçiminin kesin sonuçları hakkında konuşmak için henüz erken. Bu türde bir varolma biçimi bireysel ve toplumsal alanlarda hangi yıkıcı ya da yapıcı sonuçlara yol açacak, bu henüz tam anlamıyla bilinmiyor. Bir de dijital teknolojinin kendini sürekli yenileme hâli var tabii. Öyle ki gençler bile bu hıza ayak uydurmakta güçlük çekiyor. Bekleyelim, göreceğiz.


Kardan Tavşan kitabınızda çocuklar kardan adam değil de kardan bir tavşan yapıyorlar. Bu durum yetişkinlerin zihin ezberlerini bozuyor. Buradan hareketle yetişkinlerin çocuk dünyasına ilişkin ezberleri hakkında ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum?
Biliyorsunuz toplumu, 'içinde yetişkin denilen canlıların bulunduğu bir cehennem' olarak niteleyen yazarlar var. Olup bitenleri gözden geçirdiğinizde zaman zaman bu tanıma hak vermek şaşırtıcı değil. Evet, büyükler formatlanmış, dolayısıyla kimi iyi ve kötü ezberleri bulunan acayip adamlar, adamlarımız. Çocuklarsa bu dünyanın süper kaçak yolcuları. Ama eninde sonunda yakalanıp formatlanıyorlar, o ayrı. İşte çocuklar henüz 'büyümeden' büyüklerin mantık dizgesini dumura uğratan, sizin tanımınızla onların ezberini bozan şeyleri hep yaptılar, yapıyorlar, yapacaklar.
Kardan Tavşan son yazdığım masallardan biriydi. Ama çocuklar o gün sadece kardan tavşan yapmakla kalmayıp, bu tavşan için kardan bir dünya kuruyorlar ve işi kardan pazartesi yapmaya kadar vardırıyorlar. İşte bunun tümüyle bir çocuk paradigması olduğunu düşünüyorum. Zamanı bile kendi bakış açılarıyla inşâ eden bir mantık.
Büyükler acayip adamlar demiştim, yine diyorum. Çünkü büyükler, büyüdükten sonra bir zamanlar içinden geçtikleri bu çok özel durağı unutmuş gibi yapıyorlar, hatta unutuyorlar. Büyüyüp dünyaya daldıklarında, çocukken yaşadıkları o özel zamanın içindeki özel varolma ve düşünme biçimlerinin uzağında ve bazan karşısında konumlanıyorlar. Bu acı. Ama acı olan bununla sınırlı kalmıyor, artık büyükler çocukları anlamamaya, yapılan çocuklukları hoş görmemeye, onları cezalandırmaya çalışıyorlar. Hay Allah, bu kadar 'büyüyecek' ne vardı ki?


Çocuklar gözünde Mevlana İdris’i anlatan bir kelime, çizim veya tanım nedir? Bu konuda çocuklarla yaşadığınız bir hatıranızı paylaşmak ister misiniz?
Çok hatıra var, beni çok duygulandıran şeyler de var ama sanırım bunlar biraz şahsî şeyler. Şu kadarını söyleyeyim, hiç tanımadığım çocuklarla bile kırk yıllık dostmuşuz gibi bir havada zaman geçiriyoruz. Ülkemizin ya da dünyanın çeşitli yerlerindeki çocuk buluşmalarımızda şenlikli bir alış-verişte bulunuyoruz. Anlaşıyoruz yani, bu da az şey değil. 
Bir araya gelip edebiyatla ilgili çalışmalar yaptığımız birden fazla çocuk grupları da var. Onlarla karşılıklı çocuk mantığını işletip yürümeye başladığımızda, nerelerden geçeceğimizi, nerelere varacağımızı kestirmek gerçekten imkânsız. Bazan birden sınıfa dönüyoruz, rüyalarımızı konuşuyoruz, ucu açık şeylerle geçiyor o anlar.
Yine de hatıra deyince... Bir arkadaşımın kızı Ankara'da, gidip 'babasının arkadaşı' olan Mevlâna'nın kitabı olarak Divan-ı Kebir'i alıp eve götürmüş mesela. İşte bunlar hep çocuk.


Çocuk dünyası imgelerin dünyası… Bir yazar için çocukluğu düşünmenin kazandırdığı zenginlikler nelerdir?
Bitimsiz bir şey bu. Sınırı büyümek maalesef. Çocuklar hiç bir zaman imkânsız şeyleri istemezler. O yüzden çocukların isteği hemen yapılmalı, ama büyümüş ya da büyüklerin çeşitli sakâletleriyle deforme olmuş istekler değil. 
Çocuklar için yazmadan önce çocuklar için düşünmek elzem. Çocuklar için düşünürken de biraz çocuklaşmak, onların baktığı açılardan bakmaya çalışmak gerekiyor. Sonra bu açılardan bakınca görülenleri edebiyat disiplini içinde yazmak, yorumlamak... Sonrası iyilik-sağlık.


Zihninizde yazmayı isteyip de vakit bulamadığınız ya da ileriki dönemlere ertelediğiniz hikâye konuları, temalar, yeni teknik ve arayışlar var mı?
Her zaman oluyor tabii ve şimdi de var. Sanırım her yazının kendine mahsus zamanı var ve o zaman gelmeden önce yazılsa bile yayınlanmıyor, deyip kurtulalım. Yeni teknik arayışlar bâbında ise iki farklı yaklaşım belirdi. Bunlardan biri çok kısa denebilecek öykü tekniği, diğeri ise anlatımda, cümle dizininde mantıksal bir serserilik diyebileceğim bir şey ama bunu metinler yayınlandığında konuşmak lâzım.

Ülkemizde çocuklar için üretilen edebî eserleri sayıca ve içerikçe yeterli buluyor musunuz? Konuyla ilgili olumlu ve olumsuz tespitlerinizi paylaşır mısınız?
Ülkemizde artık çok sayıda kitap yayınlanıyor. Bunların bir kısmı ticarî kaygılarla olsa da, çocuk edebiyatı alanı diyelim bir yirmi yıl öncesine göre nitelik ve nicelik açısından oldukça iyi durumda. Dünya çocuk edebiyatından iyi tercümelerin yayını bir kaç yayınevi tarafından devam ediyor, bu önemli. 
Çocuklar için yazan/yazmaya heves eden herkes bu işin çocukça bir iş olmadığını biliyor/bilmeli. Edebiyat disiplini biraz daha damıtılmış olarak çocuklar için yazan herkesi ilgilendiriyor.
Ancak okullarda okutulan/çocuklara almaları yönünde yer yer psikolojik baskı yapılan kitapların seçimi oldukça tuhaf. Bu daha çok pazarlamacı ve okuldaki ilgililer arasında gelişen bir durum. Hastanelere ilaç pazarlaması gibi bir şey maalesef bu alanda da var. Pazarlama gücü yüksek şirketlerin şemsiyesi altındaki yayınevleri ve kitaplar dışındaki kitapların okuldaki çocuğa ulaşma şansı pek yok. Bu da takdir edersiniz ki can sıkıcı bir durum. Burada bir filtre ve seçme mekanizması devreye girmeli ama bu kesinlikle edebiyat ve estetik değer açısından bir tutum olmalı. Yoksa 'çocuğa kitap okutuyoruz işte, daha ne olsun' mantığı sakat.

Genç yazar adaylarına çocuklarla ilgili eserler üretme konusunda neler önerirsiniz?
Ben yalnızca kendime önerme yetkisine sahibim. Kendime de hep şunu derim: Oku oku oku, daha çok oku, hep oku. Ama bundan daha da ilginç olanını yap: Çocukları izle, anlamaya çalış. O dünyada dolaşırken bir büyük olduğunu unut ve mental olarak biraz çocuklaş. Bunu yapamıyorsan bir çay demle ve olup-bitmeyenler üzerine düşün.
Dil ve Edebiyat dergisi Şubat 2014


Çuval


“Van'ın Gürpınar ilçesine bağlı Yalınca Köyü'nde 3 yaşındaki Muharrem, yolların kapalı olması nedeniyle hastaneye götürülemeyince öldü. Aile, bir çuvala koyduğu bebeğin naaşıyla 16 kilometre yolu yürüyerek, sorumlular hakkında suç duyurusunda bulundu.”

Haberde, oğlunun cansız bedenini sırtladığı çuvalda taşıyan babanın, dizlerine kadar gelen karlar içinde yürümeye çalışırkenki hâli arkadan fotoğraflanabilmişti.
Fotoğraflanabilmiş ve öylece servis edilmişti.
İçinde henüz bir “beden” bile olamamış yavrucağız bulunan bu çuvalı sırtlayacağımız, nasılsa, düşünülmüştü!
Güneş sırtımıza her gün yeni yükler yükleyerek doğuyordu nasılsa...
Nasılsa bazı şeyleri kaldırmak için sadece pazılarınızın yetmeyeceğini öğrendiğimiz düşünülmüştü…
Nasılsa bugünlere hazırlıklı olduğumuz varsayılmıştı…

Nasıl da görülmemiş, fark edilmemiş, anlaşılmamıştı hayat karşısında tam bir hazırlıksızlıkla beklediğimiz.
Hayata karşı hiçbir ciddi hazırlığı olmadan çok “profesyonel yaşamcı” görüntülerimizi kadraja aldığımız… Her defasında aslında, hayır ben daha hazır değilim yaşamaya, demiyor muydu “paylaşımlarımız”?
Çocukluğa sığınışımızdan da mı anlaşılmamıştı bazı yükleri kaldıramayacağımız?

Bu çuvalı aklımızın kaldırabileceği nasıl düşünülmüştü!

Aklımızı komplo teorileri ile doldurduğumuzu,
Zihnimizi anlık görüntülere kilitlediğimizi, başkalarının açıklarını bulmaya sevk ettiğimizi,
Hafızamızı kimlik numaraları, banka kartları ve sosyal medya hesaplarının şifreleriyle hapsettiğimizi bilmiyor muydu bu insanlar!

Bu çuvalı taşıyabileceğimiz nasıl düşünüldü!
Midemizi yüksek kalorili genetiği bozulmuş soğuk, sıcak, katı, sıvı, gazla tıka basa doldurduğumuzu
yeteneklerimizi kariyer planlarımıza endekslediğimizi
ve böylece merhamet yollarını tıkadığımızı görmüyor muydu bu insanlar!

Dilimizin afili, ağdalı, bilmiş, bilgiç, havalı, “cool” sözcüklerle ağırlaştığından duaya dönmediğini…
Dilimizin mübalağa, yalan, dedikodu, iftiralarla bilendiğini…


Kahkahalarımızın gözyaşlarını evlerimizden kovduğunu…
Bilmiyor mu bu insanlar!

Yüreğimizin içine, yarım kalmış heveslerimizi, hiç bitmeyen isteklerimizi, didişmelerimizi, didinmelerimizi koyduğumuzu…
Yüreğimizin içine, bizi hep ama hep aşağılara doğru çeken kum torbaları gibi günahlarımızı koyduğumuzu…


Dolar- Euro paritesini
Darbe girişimlerini
Transfer piyasasını da mı bilmiyor bu insanlar!

Yaşadığımız ve yaşayacağımız her şeyi izhar, hatta fâş etmişken…
Döküp saçmışken ne var, ne yok, her şeyi…

…dığımızı, …diğimizi, …duğumuzu,

Nasıl da gözler önüne seriyor bir fotoğrafla bu insanlar!
Nasıl, nasıl!

El açıp Yaradan’a en çok ama en çok “taşıyamayacağımızı üzerimize yükleme” diye yalvardığımızı… nasıl…

Ve şimdi “keşke toprak olsaydım” dedirtme Allah’ım n’olur!


İçine, yarım yamalak bile olsa koyduğumuz aczimi alarak geldim…
Asıl, babanın yüzündeki yükü taşıyamayacağımızı bilen ve onunla bizi yüzgöz etmeyen Rabb’e hamd ederek geldim…
Çuval evet bir çuvalla geldim, sırtıma aldığım değil ama insanlığımı evire çevire döndürdüğüm bir çuvalla… 
Affeyle!