“Van'ın Gürpınar ilçesine bağlı Yalınca Köyü'nde 3 yaşındaki Muharrem,
yolların kapalı olması nedeniyle hastaneye götürülemeyince öldü. Aile, bir
çuvala koyduğu bebeğin naaşıyla 16 kilometre yolu yürüyerek, sorumlular
hakkında suç duyurusunda bulundu.”
…
Haberde, oğlunun cansız bedenini sırtladığı çuvalda taşıyan babanın,
dizlerine kadar gelen karlar içinde yürümeye çalışırkenki hâli arkadan
fotoğraflanabilmişti.
Fotoğraflanabilmiş ve öylece servis edilmişti.
İçinde henüz bir “beden” bile olamamış yavrucağız bulunan bu çuvalı
sırtlayacağımız, nasılsa, düşünülmüştü!
Güneş sırtımıza her gün yeni yükler yükleyerek doğuyordu nasılsa...
Nasılsa bazı şeyleri kaldırmak için sadece pazılarınızın yetmeyeceğini
öğrendiğimiz düşünülmüştü…
Nasılsa bugünlere hazırlıklı olduğumuz varsayılmıştı…
Nasıl da görülmemiş, fark edilmemiş, anlaşılmamıştı hayat karşısında tam
bir hazırlıksızlıkla beklediğimiz.
Hayata karşı hiçbir ciddi hazırlığı olmadan çok “profesyonel yaşamcı”
görüntülerimizi kadraja aldığımız… Her defasında aslında, hayır ben daha hazır
değilim yaşamaya, demiyor muydu “paylaşımlarımız”?
Çocukluğa sığınışımızdan da mı anlaşılmamıştı bazı yükleri
kaldıramayacağımız?
Bu çuvalı aklımızın kaldırabileceği nasıl düşünülmüştü!
Aklımızı komplo teorileri ile doldurduğumuzu,
Zihnimizi anlık görüntülere kilitlediğimizi, başkalarının açıklarını
bulmaya sevk ettiğimizi,
Hafızamızı kimlik numaraları, banka kartları ve sosyal medya
hesaplarının şifreleriyle hapsettiğimizi bilmiyor muydu bu insanlar!
Bu çuvalı taşıyabileceğimiz nasıl düşünüldü!
Midemizi yüksek kalorili genetiği bozulmuş soğuk, sıcak, katı, sıvı,
gazla tıka basa doldurduğumuzu
yeteneklerimizi kariyer planlarımıza endekslediğimizi
ve böylece merhamet yollarını tıkadığımızı görmüyor muydu bu insanlar!
Dilimizin afili, ağdalı, bilmiş, bilgiç, havalı, “cool” sözcüklerle
ağırlaştığından duaya dönmediğini…
Dilimizin mübalağa, yalan, dedikodu, iftiralarla bilendiğini…
Kahkahalarımızın gözyaşlarını evlerimizden kovduğunu…
Bilmiyor mu bu insanlar!
Yüreğimizin içine, yarım kalmış heveslerimizi, hiç bitmeyen
isteklerimizi, didişmelerimizi, didinmelerimizi koyduğumuzu…
Yüreğimizin içine, bizi hep ama hep aşağılara doğru çeken kum torbaları
gibi günahlarımızı koyduğumuzu…
Dolar- Euro paritesini
Darbe girişimlerini
Transfer piyasasını da mı bilmiyor bu insanlar!
Yaşadığımız ve yaşayacağımız her şeyi izhar, hatta fâş etmişken…
Döküp saçmışken ne var, ne yok, her şeyi…
…dığımızı, …diğimizi, …duğumuzu,
Nasıl da gözler önüne seriyor bir fotoğrafla bu insanlar!
Nasıl, nasıl!
El açıp Yaradan’a en çok ama en çok “taşıyamayacağımızı üzerimize
yükleme” diye yalvardığımızı… nasıl…
Ve şimdi “keşke toprak olsaydım” dedirtme Allah’ım n’olur!
İçine, yarım yamalak bile olsa koyduğumuz aczimi alarak geldim…
Asıl, babanın yüzündeki yükü taşıyamayacağımızı bilen ve onunla bizi
yüzgöz etmeyen Rabb’e hamd ederek geldim…
Çuval evet bir çuvalla geldim, sırtıma aldığım değil ama insanlığımı
evire çevire döndürdüğüm bir çuvalla…
Affeyle!

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder