22 Eylül 2012 Cumartesi

Cumartesi akşam üzeri...


Cumartesi akşam üzeri... yorgunluk çökmüş iyice. Dışarıda çocukların sesleri. Gündüzleri kadınlara terk edilen bir şehir görünümdeki Başakşehir'de çıkmaz sokaklar tekrar "mahalle"nin yeşerebileceğini düşündürüyor bana.
Hava serin. Yazın son ya da sonbaharın ilk günleri bunlar... Bu yıl tüm mevsimleri yaşadık, bir şans olarak görüyor bazıları bunu. Artık zamanın, mevsimlerin bile ayarı bozuldu. Düzeni nerede görsek orada işlerin iyi gittiğini düşündüğümüzden olacak seviniyoruz.
Bir kitap aldım elime az önce. Okuyacak takatim kalmamış. Okuduğum bir başka kitabı alıyorum elime. Kalpazanlar, bu. Karıştırıyorum, güzel bir hatıra arıyorum. Kitabın girişine yazdığım bir not var. Saklamalıyım onu. Belki bir hikaye için daha uygun. Çeviriyorum sayfaları, Tocqueville'nin kitabı için "Biraz tıraş. Ama çok iyi şeyler var." yazıyor. Gide enteresan bir adam. Mutlaka buraya alıntılamalıyım diye düşündüğüm bir yer: "Görünüşler dünyasının bize kendini benimsetme biçimiyle bizim dış dünyaya kendi özel yorumumuzu benimsetmeye çalışma biçimimiz yaşamımızın dramını oluşturur." Bence dram falan değil. Dünya bizim yorumumuzdan ibaret. Dünyaya anlam veren insanın eylemleri, kendi... İnsanın dramatik bir hali yoksa dünyanın da yoktur!

20 Eylül 2012 Perşembe

1900'lü yılların başında Kalem dergisinde Mahmut Sadık Bey'e ithaf edilen bir karikatür. Altında "elli sen sonra Türkiye" yazıyor. Hakkında çok şey söylecek cinsten bir karikatür bence. Görüntünün tam ortasında çarşaflı bir pilot, arkada yüksek binaların üzerinde iş yeri adlarında bariz bir Fransız etkisi ilk dikkat çekenler...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Twitter'da kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadı... 
·         Mutluluk şu günlerde bir havafişek tadında... Göz alıcı parlaklığı son sürat sönüyor...

·         "Dest-i gadri mustairândan ziyânım bihesab, Ahdim olsun, âriyet hiç kimseye vermem kitab" Köse İmam ( ödünç olarak alanların zulmünden hesapsız zararlara uğradım, Onun için ant içtim artık kimseye vermem kitap...)

·         vuruyorsan öldüreceksin yoksa zulüm olur...

·         Yağmur hüzne kardeş olsa gerek, öyle değil mi?

·         İnsanın kendi için istemediğini, sizin onun için istemenizin hiç bir anlamı yoktur. Bu sıra bunu sık sık hatırlıyorum...

·         Bedahet derecesinde saçma bir şeyin saçma olduğunu izah etmek için bile çok ciddi gayret sarf etmek gerekiyor.

·         Her saçmalığın saçma olduğunu izah etmek gibi bir vazifemiz de yok, şükür...

·         İmamların hitabet sanatından anladıkları neden hamasi ya da ağdalı bir üslup oluyor. En kutsal kelime bile karanlıkta kaybolan bir yıldız...

·         "bütün yazın türleri gibi roman da çözümler değil, sorunlar sürer önümüze."

·         Ne yapılan şeyi tarif eden ne de yanlışın nereden kaynaklandığını izah eden cümlelere kulak tıkamayı öğrenmeli!

·         Hayatı tartışma, polemikler gündelik sorunlarla sürdürmeye çalışmak büyük bir gaflet. Başkasının hayatını yaşamak gibi bir şey...

·         Her marketin ayrı, her AVM nin ayrı, her firmanın ayrı müşteri kartı var. Apartmana kartla giriyor, otobüse kartla biniyor,parmızı kartla alıyoruz.

·         Azcık utanma duygusu olan yaşanan onca acıkarşısında kendi acılarını telaffuz etmekten haya eder!

·         Dostluğun hakkını bir kere olsun verebilseydik ölmeden önce...

·         Bilginin türleri var da bilgisizliğin yok işte...

·         Ya güçlü olacak ya da güçlünün yanında yer alacaksın diye değil de ya haklı olacaksın ya da hakkın yanında yer alacaksın diye güdülenseydik.

·         İnsanların çoğunun fikri yoktur, kimin yanında yer aldıysa onun fikrindedir.

·         Bazıları hakkında neden yazamayız, ona çok yakın ya çok uzağızdır!

·         Buharlaşan sözler: Konuşalım...

·         Ruhumuzun temposunu akord edecek metronomlara her zaman ihtiyaç duyarız.

·         "Göller mahzundur çünkü yalnızdır." ve açık deniz korkutucu ya ırmaklar?

·         “Bir binanın mimarisinin Türk olması için bütün kerestesinin yerli olması lazım değildir…” aktaran Elmalılı

·         Türkiye; herkesin her şeyin farkında olduğu ama işlerin bir türlü istendiği gibi gitmediği yerdir.

·         Dergilerdeki eleştiri yazıları metne pamuk ipliğiyle odaklanıyorlar. Zaten eleştiri diyen de yok varsa yoksa "deneme"...

·         Herkesin aynı anda konuştuğu bir ortamda kimse kendine bir şey ilave edemez, edemiyor zaten. Biraz sessizliğe ihtiyaç var.

·         Sessizliği yayın politikası haline getiren dergiler olsa keşke.

·         Bağdat: Babil dilinde güneş, Keldani dilindeşefkat merhamet anlamına geliyormuş...

·         naif; Fransızca deneyimsiz... nahif: Arapça, ince, duygulu, hassas...

·         "Benim Eminönünde gezen turistin" İst. ile ilgili bir liseliden samimi bir dize :)

·         Sorunlar, insani bağları, insani ilişkilerle gelişen yolları kullanmak yerine siyasi temaslara başvurmakla çözülmüyor.

·         Reklam filmin süper olsun yeter, ne yaptığın o kadar önemli değil.

·         Bu ülkede yaşıyor olmak yaptığımız birçok şeye nazaran daha az riskli değil.

·         Kalabalığa karışmanın bir oyuna katılmak gibi eğlenceli bir yanı olduğunu düşünenler az değil.

·         "Biz bu şehre gelirken gelin siz de bir şekilde başarırsınız demişlerdi. Henüz bir başarı elde etmiş değiliz ama çalışıyoruz, kararlıyız."

·         "Bozulan bir şeyi düzeltmek ilk defa yapmaktan daha zordur."

·         Susmak!

·         "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil." Fuzuli

 



 

16 Eylül 2012 Pazar

Hipotez mi hipotenüs mü?
“Göz görmeyince gönül katlanır.”
Başlığa bakıp bir anlam çıkarmayın hele ikinci kısımdan, ama epigrafın anonim bir sempatisi var, kabul edin!
Biri çıkıp sizinkileri tarif et, dese; sanırım son zamanlarda yapmaktan en çok hoşlandığımız şeyin kalabalığa karışmak olduğunu söylerim. Sıradan insanların ve muhabbetlerin döndüğü çaycılarda oturma isteğimizden Twitter’a girip normalde yüz yüze bakmayacağımız insanların yazdıklarını, bir ırmağın akışını seyreder gibi okumak isteyişimize değin bir sürü şeyi sıralarım hipotezimi desteklemek için.

Sıradanlık, sıradanlaşmak önemli bizde derim. Sıra dışılık yorucu geliyor. Kimsenin farklılık yaratmak gibi bir derdi yok. Sıradanlıkta su gibi, yel gibi teskin edici bir yan var, derim.
Kalabalığa karışmak ve sorumluluklarımızı unutmak istiyoruz. Karışmak, ayrışmak gibi farkındalık sunmaz. Şu sıralar bizi uyanıklık değil atalet tarif eder.
Kalabalıkta geçmişi, yaşananları, acıları eritmek mümkündür. Kalabalığın, bireyin ve bilinçli birlikteliklerin aksine daha esnek bir tarafı vardır. Herkesi içine alıp sindirebilir. Kalabalık insanın en çok istediği şeylerden birini sunar, içine girmek isterseniz sizi kabullenir. Kalabalık şekilsizdir. Bütün şekilleri içine alabilir. Biraz kendinden uzaklaşmak isteyen kalabalığa karışır.
Kalabalık kısa ve net konuşur. Düz mantıkla iş görür. Duygusaldır. Resmî değildir. Gelişigüzel gelişir hadiseler. Sürprizlere açıktır. Bunlar fevkaladenin fevkinde durumlardır bizim için.
Aslında bu sıralar insanlar, sevmek bile istemiyor. Hoşlanmak istiyor. Sevmek daha uzun süreli uğraşlar için, daha ağır yükleri kaldıracak yürekler için uygundur. Birçoğumuz heves tadında sadece hoşlanmak istiyoruz.
Daha abartılı örnekler sıralarım hatta; İstanbul’da işimiz düşmediği zamanlarda bile bazen otobüse binmeyi bile düşündüğümüz olur, derim. Bunu bile yapıyoruz, derim yani, çekinmem. Hiç dinlemediğimiz kadar şarkı dinliyor, onda bile kalabalığın sesini duymaya çalışıyoruz. Akşamları futbol maçlarını bu yüzden kafelerde izliyoruz, diye eklerim. Kalabalığa karışmanın bir oyuna katılmak gibi eğlenceli bir yanı olduğunu düşünüyoruz, biz vesselam. Eğlencenin baş kaynağı; taburelere oturmuş gülen, çekirdek yiyerek anlattığı şeyle, o sırada izlediği maçla bütünleşen, aslında pek ünlü olmayan fenomenleri (twitterdaki meşhur kişiler/ profiller için fenomen tabiri kullanılıyor) kırk yıllık dostu gibi adıyla çağıran kalabalık, derim.
Kalabalık gözleri köreltir. Yığınların gözlerinin karalığı biraz da bundandır. Kalabalığa karışmak, kendinden kaçan insan için bulunmaz fırsattır. Kalabalık bedenleri örtmek isteyenler için bir setre çeker çekmesine de ya vicdanları örtmek mümkün müdür? derim, düşen çenemi yerden kaldırmadan. Pekiyi gerçekten öyle mi, göz görmeyince gönül de katlanıyor mu, diye de sorarım. Soramam mı sizce?