5 Şubat 2013 Salı

Faulkner’ın testeresi


 Kış geleli gün batımına yakın sığırcık sürülerinin gökyüzünde süzülüşlerine, dalgalanmalarına şahit oluyoruz. Gökyüzünde yüzlerce kuşun, müthiş bir uyumla daireler çizip sağa sola hareket etmesi bizi yaşadığımız dünyadan koparıyor. Bulunduğumuz yer sığırcıkların geceleri konakladığı bir muhit olmalı. Gündüzleriyse ortalıkta pek görünmüyorlar. Sığırcıklar, akşam ezanından yarım saat, yirmi dakika önce gelmeye başlıyor ve ezandan on- on beş dakika sonra civardaki ağaçlara tüneyerek görsel ve işitsel şölenlerine son veriyorlar.

 
Sığırcıkların senfonisi her güzel şey gibi kısa sürüyor. Sığırcık sürüleri, hayata duyduğumuz aşinalığı kısa süreliğine olsun kırabiliyor. Sonra günlük yaşantımıza dönüyoruz. Biraz evvel şehrin gürültüsünün yalnız bir an için dağıldığını anlıyoruz.




Şehrin gürültüsü bizi sadece bir ses çemberi ile kuşatmaz. Binaları, trafiği, sokaktaki düzeni ile duvarlarını yükseltmektedir.  Etkisinde kaldığımız, çekiciliğinden kurtulamadığımız dünya; bizi her an sanki podyumda yürüyormuş edasına iten bir koleksiyonu gardıroplarımızda biriktirmeye zorlar. Üst üste iki gün aynı kıyafeti giymenin yadırgatıcılığı ise kumaş fiyatlarına kaldıraç etkisi yapmaktadır. Sadece karnını doyurmak için yaşayan, ömrünü av arayarak tamamlayan atalarımızın aksine günümüzde insanlar zayıflamak için yemekte; yiyecek içecekte kalori, keyif vericilik ve farklı tatlar aramaktadır. Günlük hayatın sıra dışı bir hâl alması, giyim kuşamdan yeme içme kültürümüze kadar artık her yerde kendisiyle birlikte yaşamaya alıştığımız bir gürültünün ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

İnsan içinse en kötüsü, bu sistemin bir parçası olması, içinde yaşadığı hayatın dişlilerini elleriyle sıkıştırmasıdır. Okullarda, alışveriş merkezlerinde, tekstil atölyelerinde, sanayi sitelerinde Chaplin’in Modern Zamanlar’ı yinelenip durur. Ancak birçok insan hayat diye, başkalarını eğlendiren bir palyaçonun dramını yaşadığını göremez. Bu hâliyle eline kılıcını, günümüzde daha çok klavyesini alarak, hasım bellediği nesnelere hücum eder. Siyasi, ekonomik, toplumsal hatta bireysel gündemlerimiz karşısında bazen, Cervantes’in bir dev sanarak yel değirmenlerine saldıran kahramanı Don Kişot oluruz. Bu hal gülünç ve belki içler acısıdır. Neşeli çığlıkların atıldığı bu dünyada, her şey o kadar gösterişlidir ki, farklılık yaratmak için sadeliği seçmek yeterlidir.

Hayatın rutinleşen düzeninin dışına çıkmak istediğimizde çoğu zaman sanal dünyaya yöneliriz. Çünkü gerçek dünyanın renk, şekil ve seslerden müteşekkil suni tatları ruhumuzun açlığını azaltmaya yetmez. Biraz uzaklaşmak için kaçtığımız sanal dünyanın da şehir hayatından farkı yoktur aslında. Sanal ilişkiler, sahte kimlikler hayatımızı, bir havai fişek gibi aydınlatır ama maalesef tekrar son sürat bizi karanlığımıza gömer. Kısa süren bu mutluluğun göz alıcı parlaklığı yerini yine bir çeşit gürültüye bırakır. Kur’an-ı Kerim’de “çakan şimşekler neredeyse gözünü alıverir; ışık verince hareket ederler, karanlık üzerlerine çökünce oldukları yerde çakılıp kalırlar” ayetindeki benzetmeye ne kadar da benzer bu durum. Paralel bir evrende benzer görüntü ve seslerle gürültü, kirlilik devam eder. Gerek şehir hayatı gerek sanal dünya sadece bedenen değil ruhen de yoran bir gürültü üretir.
İnsan ruhunun yorgunluğunu şiir, hikâye ve romanlarda farklı besteleriyle dinliyoruz. William Faulkner da Döşeğimde Ölürken romanında, aniden çıkıp gelen sığırcıklar gibi aşinalığı kıran bir senfoniyi besteliyor. Söz konusu romanda, yatağında ölümü bekleyen anne Addie Bundren için oğlu Cash tarafından bir tabut yapıldığı anlatılıyor. Oğul Cash elinde keseri, testeresi ile sürekli bir ağacı yontuyor. Bundren ailesinin hikâyesinin anlatıldığı süre boyunca olaylara, konuşmalara hatta kahramanların iç monologlarına bir fon hâlinde keser ve testerenin sesi eşlik ediyor. Bu ses, Bundren ailesinin yaşadığı küçük köyün her yerini, yazarın başarıyla uyguladığı bilinç akışı tekniği ile ruh dünyalarına sızdığımız roman kişilerini sarıyor. Testerenin hareketiyle ağaçtan kopan her küçük parçada, zamanın hayatımızdan yonttuğu anları hissediyoruz. William Faulkner, testerenin sesi ile ölüm ve hayat arasındaki ilişkiyi nabzından tutuyor. Romanı okurken, zamanın herkese annesi için tabut hazırlayan oğul Cash gibi davrandığını anlıyoruz.

Döşeğimde Ölürken romanını okurken, testerenin ürpertici bestesi yankılanıyor. Faulkner’ın testeresinin sesi irkilticidir, bir miktar korku verir. Ancak insanı kendine getirir.
Camekânları ışıklarla süslü dükkânlar, reklam panoları, yükselen binalar arasına sıkışan bir oyun parkında boş bir salıncağın sallanması da korku vermez mi? Yapılardaki çarpıklık, renklerdeki uyumsuzluk insanın kurduğu düzenin yorucu ama ıstırap veren veçheleri değil midir? Sadeliğin sıra dışı, gösterişliliğinse sıradan olması, yaşanan hayatı acıklı bir güldürünün sahnelendiği bir yer hâline getirmez mi? Kulak verirsek Faulkner’ın testeresinin sesini sokaklarda da duymaz mıyız?

Ruh ve beden, hayat ve ölüm birbirine sürtünerek insanı yoran bir uğultu çıkarıyor. Bu sese aşina oldukça sağırlaşıyoruz. Yaşamaya alışmak yüzünden keyif verici tatlar, rengârenk kumaşlarla örtülen yalnızlığımızın acıklı güldürüsünü duyamıyoruz. Oysa kafamızın içini, gözümüzün önünden akıp giden hayat ırmağının uğultusu dolduruyor. Bir sığırcık sürüsü ya da bir testere sesi duymasak hepten duyarsızlaşacağız. 

Dil ve Edebiyat dergisi Şubat 2013'te yayımlandı.