Sığırcıkların
senfonisi her güzel şey gibi kısa sürüyor. Sığırcık sürüleri, hayata duyduğumuz
aşinalığı kısa süreliğine olsun kırabiliyor. Sonra günlük yaşantımıza
dönüyoruz. Biraz evvel şehrin gürültüsünün yalnız bir an için dağıldığını
anlıyoruz.
Şehrin
gürültüsü bizi sadece bir ses çemberi ile kuşatmaz. Binaları, trafiği,
sokaktaki düzeni ile duvarlarını yükseltmektedir. Etkisinde kaldığımız, çekiciliğinden
kurtulamadığımız dünya; bizi her an sanki podyumda yürüyormuş edasına iten bir
koleksiyonu gardıroplarımızda biriktirmeye zorlar. Üst üste iki gün aynı
kıyafeti giymenin yadırgatıcılığı ise kumaş fiyatlarına kaldıraç etkisi yapmaktadır.
Sadece karnını doyurmak için yaşayan, ömrünü av arayarak tamamlayan
atalarımızın aksine günümüzde insanlar zayıflamak için yemekte; yiyecek
içecekte kalori, keyif vericilik ve farklı tatlar aramaktadır. Günlük hayatın
sıra dışı bir hâl alması, giyim kuşamdan yeme içme kültürümüze kadar artık her
yerde kendisiyle birlikte yaşamaya alıştığımız bir gürültünün ortaya çıkmasına
sebep olmaktadır.
İnsan içinse en
kötüsü, bu sistemin bir parçası olması, içinde yaşadığı hayatın dişlilerini
elleriyle sıkıştırmasıdır. Okullarda, alışveriş merkezlerinde, tekstil atölyelerinde,
sanayi sitelerinde Chaplin’in Modern Zamanlar’ı yinelenip durur. Ancak birçok
insan hayat diye, başkalarını eğlendiren bir palyaçonun dramını yaşadığını göremez.
Bu hâliyle eline kılıcını, günümüzde daha çok klavyesini alarak, hasım
bellediği nesnelere hücum eder. Siyasi, ekonomik, toplumsal hatta bireysel
gündemlerimiz karşısında bazen, Cervantes’in bir dev sanarak yel değirmenlerine
saldıran kahramanı Don Kişot oluruz. Bu hal gülünç ve belki içler acısıdır. Neşeli
çığlıkların atıldığı bu dünyada, her şey o kadar gösterişlidir ki, farklılık
yaratmak için sadeliği seçmek yeterlidir.
Hayatın
rutinleşen düzeninin dışına çıkmak istediğimizde çoğu zaman sanal dünyaya
yöneliriz. Çünkü gerçek dünyanın renk, şekil ve seslerden müteşekkil suni
tatları ruhumuzun açlığını azaltmaya yetmez. Biraz uzaklaşmak için kaçtığımız
sanal dünyanın da şehir hayatından farkı yoktur aslında. Sanal ilişkiler, sahte
kimlikler hayatımızı, bir havai fişek gibi aydınlatır ama maalesef tekrar son
sürat bizi karanlığımıza gömer. Kısa süren bu mutluluğun göz alıcı parlaklığı
yerini yine bir çeşit gürültüye bırakır. Kur’an-ı Kerim’de “çakan şimşekler
neredeyse gözünü alıverir; ışık verince hareket ederler, karanlık üzerlerine
çökünce oldukları yerde çakılıp kalırlar” ayetindeki benzetmeye ne kadar da
benzer bu durum. Paralel bir evrende benzer görüntü ve seslerle gürültü,
kirlilik devam eder. Gerek şehir hayatı gerek sanal dünya sadece bedenen değil
ruhen de yoran bir gürültü üretir.
İnsan ruhunun
yorgunluğunu şiir, hikâye ve romanlarda farklı besteleriyle dinliyoruz. William
Faulkner da Döşeğimde Ölürken
romanında, aniden çıkıp gelen sığırcıklar gibi aşinalığı kıran bir
senfoniyi besteliyor. Söz konusu romanda, yatağında ölümü bekleyen anne Addie
Bundren için oğlu Cash tarafından bir tabut yapıldığı anlatılıyor. Oğul Cash
elinde keseri, testeresi ile sürekli bir ağacı yontuyor. Bundren ailesinin
hikâyesinin anlatıldığı süre boyunca olaylara, konuşmalara hatta kahramanların
iç monologlarına bir fon hâlinde keser ve testerenin sesi eşlik ediyor. Bu ses,
Bundren ailesinin yaşadığı küçük köyün her yerini, yazarın başarıyla uyguladığı
bilinç akışı tekniği ile ruh dünyalarına sızdığımız roman kişilerini sarıyor.
Testerenin hareketiyle ağaçtan kopan her küçük parçada, zamanın hayatımızdan
yonttuğu anları hissediyoruz. William Faulkner, testerenin sesi ile ölüm ve
hayat arasındaki ilişkiyi nabzından tutuyor. Romanı okurken, zamanın herkese
annesi için tabut hazırlayan oğul Cash gibi davrandığını anlıyoruz.
Döşeğimde
Ölürken romanını okurken, testerenin ürpertici bestesi yankılanıyor.
Faulkner’ın testeresinin sesi irkilticidir, bir miktar korku verir. Ancak
insanı kendine getirir.
Camekânları
ışıklarla süslü dükkânlar, reklam panoları, yükselen binalar arasına sıkışan
bir oyun parkında boş bir salıncağın sallanması da korku vermez mi? Yapılardaki
çarpıklık, renklerdeki uyumsuzluk insanın kurduğu düzenin yorucu ama ıstırap
veren veçheleri değil midir? Sadeliğin sıra dışı, gösterişliliğinse sıradan
olması, yaşanan hayatı acıklı bir güldürünün sahnelendiği bir yer hâline
getirmez mi? Kulak verirsek Faulkner’ın testeresinin sesini sokaklarda da
duymaz mıyız?
Ruh ve beden,
hayat ve ölüm birbirine sürtünerek insanı yoran bir uğultu çıkarıyor. Bu sese
aşina oldukça sağırlaşıyoruz. Yaşamaya alışmak yüzünden keyif verici tatlar,
rengârenk kumaşlarla örtülen yalnızlığımızın acıklı güldürüsünü duyamıyoruz.
Oysa kafamızın içini, gözümüzün önünden akıp giden hayat ırmağının uğultusu
dolduruyor. Bir sığırcık sürüsü ya da bir testere sesi duymasak hepten
duyarsızlaşacağız.
