hikâye
Soğuk, kasvetli bir gün…
Kendime acıyarak uyandım. Karamsarlık, denizin ortasındaki gemi gibi demirledi içime.
Mahallelinin laflamak için bile yanaşmadığı, korunaksız bir tarihî çeşme gibi duruyorum. Biri suyumu getirse, diğerleri şenlendirse etrafımı… Korna sesleri yükselen uğultuda iyice karamsarlığın içine çekiyor beni.
Neyse ki nazarlarım bağlı değil. Puslu havada bakışlarım, el verdiğince ufka değin yol alabiliyor.
Bizimkini duyuyorum, ayak sürüme sesleri geliyor. Erkenden kalkmış, akşamdan astığı çamaşırları yokluyor, kurudu mu diye… Çatıda ipe bir mandalla tutuşturulan, ceketi değil sanki gurbetlik duyguları; pantolonu değil de fakirliği, gömleği değil sılası… Elbiselerini değil duygularını kurutuyordu âdeta.
Onu hissedince içim açılıyor.
Tuhaf çocuk!
Sabahtan yağan kırağı en çok sevdiği kareli gömleğine herhâlde iltimas geçmemiştir. Gençler zevkli giyinir derler, bizimkinin gönlündeyse kırağıdan sebep kaskatı kesilmiş bildiğiniz bir kaput var. Gurbet, insana bir kaputu bile sevdiriyor.
Soba harlandı nihayet. Gürül gürül yanıyor. Kemiklerim ısınıyor. Ekmeği sobanın üstüne koyunca nar gibi kızarır şimdi mübarek. Köyde olsam anamın tereyağını, reçelini de sürerdim... Gurbet elde neyse ki sütümüz var, sıcacık dumanı da tütüyor. Zeytini de katık ettik miydi…
Apartmanımız üç katlı, elemtere keyfeyle duruyor ayakta. Biz, onun ilave çatı katında kiracıyız. Şuraya verdiğimiz kira, gurbette olma suçumuza karşın ödediğimiz kefalet ücreti gibi.
Özgürlüğün bedeli ağır!
Orta katta zabıta emeklisi Ali Seyit Emmi oturuyor. Zabıtaları oldum olası sevmem. Benim gözümde onlar, insana dünyayı zindan eden açık hava gardiyanlarıdır.
Ali Seyit Emmi’nin cumbasından etrafı seyrederken üzerinde bir halkı selamlama edası vardır. Ali Seyit Emmi’nin kimi kimsesi yok. Bizim delikanlı onun gibiler yalnız yaşar, der. Onun gibiler kimlerse artık.
Seyit Emmi, bazen kendinden o da sıkılıyor olacak, sessizliği bir türkü ile bölüyordu. Söylediği türkü, bir televizyon yayını sırasında, voltaj inip çıktıkça çıkan cızırtı gibi sesinin arasından sızıyor. Ne sesi, resmen homurtu! Ali Seyit Emmi’nin repertuarı bu türkü ile sınırlı. Hatta türkünün bir kısmıyla demeli…
“N'oldu sana, duruldun mu?
Seve seve yoruldun mu?..”
Bizim delikanlı ile akşamları Ali Seyit Emmi’den çok konuşurduk. Onun âşık olabileceğini düşünemezdi bizimkisi. Ne garip, kötüler de sevebiliyor, bizim türkülerimizi söylüyor, derdi.
Güzel şeyleri iyiler sahiplenir. Çirkinlikler kötülerin malıdır.
Ali Seyit Emmi’nin memlekete, millete en büyük hizmeti, evin önündeki park yapılmaz levhası… Oraya da kendi aracını park ediyor zâr!
İstanbul, şu park yapılmaz tabelalarına “aramıza hoş geldin” yazılsa yaşanacak yer doğrusu.
Nerede kaldı bizimkisi? Nefes nefese çıkıyor merdivenlerden.
Gömleği esen rüzgâra takılınca bir koşu aşağı inmiş. Neyse ki onu tekrar yıkamak zorunda kalmayacak. Ali Seyit Emmi’nin tabelasının üstüne düşmüş. Almasaydın keşke, dedim. Gömleğin örtseydi üstünü, ebediyen.
Sofra hazır mı?
Hazır dedim, hazır…
Biz kahvaltı ederken, sobaya yanaştırdığı sandalyeye asılan gömlek de çözülüyordu.
Birkaç lokmadan sonra:
Ağabey, akşama yine geç mi gelirsin, dedi.
Ekmeğin üstüne sürdüğüm yağ gibi eridim. Bazen birinin sizi sevdiğini, aradığını hissetmeniz bile yetiyor.
Hayırdır inşallah, dedim.
Yoo öylesine sordum, dedi.
Ben de öylesine sustum.
Daha sonra konuştuklarımız bu suskunluğun üzerine döşenen yığma tuğlalardan farksızdı.
Çabucak kahvaltımızı yaptık.
O derse gitmek, ben de işe yetişmek için acele ediyorduk.
Çoktan aşağı inmiş, Ali Seyit Emmi’nin otomobilinin önünde bizimkini bekliyordum. Yine gecikti.
Niye geciktiği paldır küldür indikten sonra elinde tuttuğu düğmeden anlaşılmıştı. Yolda terzi vardı, firari düğmeyi orada diktirecekti.
Bizimkinin gürültüsünden uyanmış olacak, Ali Seyit Emmi de camdan söyleniyordu. Söylenmiyor, köpürüyordu.
Bu apartmana ilk geldiğimizde, ondan çok korkardık. Bu yüzden, söylediklerine, sesindeki iniş çıkışlara varıncaya kadar yaklaşırdık da yine de bazılarını yanlış anlamaktan veya hiç anlamamaktan kurtulamazdık. O ise bizim pürdikkat hâlimizden âdeta haz alır, sesini dalgalandıracak en ufak nefesi esirgemezdi. Şimdi, bizimkinin gürültüsünden her ne kadar rahatsız olmuşsa da, bizimle keşfettiği oyunu oynamaktan geri durmayacaktı. Söylenmelerini, misinaya bağladığı yem gibi yaşam alanımıza fırlatıyordu. Onu duymuyorduk. Onu öyle duymaz olmuştuk ki, uzun süredir onun taklidini yapıp gülmez olmuştuk.
Bizimki yürü ağabey, yakalanmayalım şuna, deyip duruyordu.
Kısa bir duraksamadan sonra, beni sürükleyebildi peşinden.
Sürükledi ama bu sefer Ali Seyit Emmi’yi duymamı engelleyememişti.
Açık hava gardiyanı delirmişti âdeta. Bu sefer farklıydı, otomobilini gösterip bir şeyler diyordu. Döndüm, arabaya iyice yaklaştım, Ali Seyit Emmi’yi çılgına çeviren yazıyı arabanın kaputunun üzerinde gördüm:
“N'oldu sana duruldun mu?
Seve seve yoruldun mu?..”
Çehrem öyle sanıyorum, bizimkine döndüğünde ayçiçeği gibi açılmıştı.
Şu sabahın kasveti ne zaman, nasıl dağılmıştı öyle!
Ona değil de bizimkine söyledim:
“Gurbet, insana bir kaputu bile sevdiriyor.”

