21 Kasım 2013 Perşembe

“Stalin’in Ölümü” [1]



Zafer Özdemir
5 Mart 1953 tarihinde, bugün Azerbaycan’ın başkenti olan Bakü’de Stalin’in ölümü acaba nasıl karşılandı? Stalin’in Ölümü başlıklı hikâyesinde Elçin, bu sorunun cevabını vermeye çalışıyor. Azerbaycan edebiyatının günümüz önde gelen isimlerinden olan yazar, hikâyesini, Soğuk Savaş sonrası gelişmelerin belirginleştiği bir dönemde, 1990 yılında yazıyor. Elçin’in hikâyesinde edebiyat-politika ilişkisi bağlamında açık göndermeler yer alıyor ve Stalin’in Ölümü, gerçekliğin edebiyatta algılanmasına iyi bir örnek oluşturuyor.
Gerçekçilik edebiyatta farklı şekillerde algılanmış, sanatın buna göre hangi gerçekliği yansıtacağı temel sorunlardan biri olmuştur.[2] Özellikle bu yazıya konu olan hikâyenin yazarı Elçin’in[3] de içinde yer aldığı kültürel havza içinde Rusya’da gerçekçiliğin nasıl uygulanacağı 1934 yılındaki Sovyet Yazarlar Birliğinin Birinci Kongresi’nden sonra belirlenmiş ve bu tutum yazarları etkilemiştir. Edebiyat tarihinde, toplumcu gerçekçilik, Marksist kuram gibi yaklaşımlar çerçevesinde bu etkiler üzerinde durulmuştur.  
Buna göre ana hatlarıyla; sanat eserinde yansıtılan gerçekliğin gerçek hayattan ve toplumcu bir bakışla ele alınması bunların başında gelmektedir. Yazardan gerçekliği sadece yansıtması değil, bunu açıklaması ve yargılaması da beklenmektedir. “Yazarın görevi toplumun belli bir dönemindeki gelişimin doğrultusunu belirleyen tarihî güçleri, yani toplumun iç yapısını ve dinamiğini kavramaktır. Başka bir deyişle o dönem için tipik olan tarihî durumu anlamak. Yazar eserinde kişiler, olaylar ve durumlarla bu tarihî güçlere somutluk kazandırır.”[4]
Stalin’in Ölümü adlı hikâyede, belirtilen özelliklerin önemli bir kısmına rastlanmaktadır. Ancak Elçin’in, eserinde ele aldığı tarihî gerçekliği doğrudan yargıladığı söylenemez. Bu hikâye tarihî, sosyal özellikli olmasının yanı sıra işaret ettiği psikolojik durum açısından da dikkat çekicidir.  Hikâyenin, bu çerçevede gördüğümüz belli başlı bazı özelliklerinin altını çizmekte yarar var.
“Stalin’in Ölümü”, kısaca Stalin’in ağır hastalığının önce duyulması, sonra da bir iki gün içinde ölümü ile son bulması sırasında Bakü’de Sovyet Rusya rejimi altında yaşayan ve her biri toplumun belli bir yönünü temsil eden hikâye kişilerinin tepkilerinin yansıtılmasından oluşuyor.
Hikâye, büyük bir felaketin ayak seslerini hissettiren ifadelerle okuyucuda gerginlik uyandırarak başlıyor. “5 Mart 1953 Perşembe” günü Bakü’de Sarıhamam Mahallesi’nde, kulaktan kulağa yayılan “kara haber” ve endişe, Sarıhamam Mahallesi’ne bir tür “yetimlik” getirmekte, o sıradaki boş sokak da “acaba bu felaketin sonu nasıl olacak?” düşüncesini yaymaktadır. Okuyucunun merakı, posta memuru Muzaffer tarafından Kommunist gazetesinden Stalin’in beyin kanaması geçirdiği ve bir doktor grubu tarafından kontrol altında tutulduğu yönünde bilgiler içeren haberin okunmasıyla gideriliyor.
Yazar, olayın geçtiği yer ve tarih bilgilerini gerçek hayattaki şekliyle vermesinin yanı sıra, tasvirlerinde de ayrıntılara inerek gerçekçilik duygusunu belirginleştiriyor. Gerçekçilik unsuru, haberin gazeteden aynen okumasıyla pekiştiriliyor. İlerleyen kısımlarında geniş alıntılarla gazetecilik tekniği ile kaleme alınan haber metinleri ile hikâyede üslup çeşitliliği de sağlanıyor.
Hikâyeyi ilginç kılan bir başka yön ise, Elçin’in Stalin’in Ölümü’nde âdeta edebiyatın tarih ve toplum bilimine dolaylı katkısını örneklendiriyor oluşudur. Hikâye kişilerinin davranışları, ruh hâli; Stalin dönemini hatta Stalin benzeri diktatörlerin yönetimine maruz kalmış insanları anlamak açısından dikkate değer.
Bu hikâye, 1953 yılında Bakü’de yaşayan insanların zihinlerindeki Stalin imajını yansıtması bakımından da tarihî, toplumsal değer yüklenmektedir. Bu, yazarın içinde yaşadığı toplumun ve kültürün dışına çıkmayı başaran bir gözlemleme yeteneği ile başardığı bir durumdur. O hâlde yazarın dünya edebiyatına kazandırdığı bu hikâyenin tarihsel olmaktan çok evrensel bir mesajının olduğunu iddia etmek çok yanlış bir tespit olmaz.
Yazar, “Stalin’in ölümü acaba nasıl karşılandı?” sorusuna, tarihin herhangi bir döneminde yaşanan bir dram veya trajediyi yansıtmak için değil, bir insanlık sorunu olarak cevap arıyor.
Hikâyeye tekrar dönecek olursak, aslında Stalin kimdir, sorusunun cevabı da Stalin’in zihinlerde uyandırdığı etki ile anlaşılabilecek bir gerçekliktir.
Hikâyeye göre Stalin kimdir? O, “kendisi hakkında hiçbir şaka yapılamayacak, hakkında hiçbir şayia yayılamayacak biridir. O, 72 dil bilir ve hiçbir hastalık ona bir şey yapamaz. Onun rahatsızlığı milyonlarca insanın ölümüne sebep olan İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından daha bir hayretle karşılanır.” Hikâye kahramanları, Stalin’in hastalık ve ölüm haberine birbirinden çok da farklı olmayan tepkileri yansıtmak için kurgulanmış kişilerdir.
Fatma Kadın, başına gelen nice felaketlere tahammül etmiş, tahammüllü olmaktan da öteye geçmiştir. Kocası Eşref, papakçı dükkânında güya Stalin’in aleyhinde konuşmuş ve bu yüzden bir gece alınıp bir daha geri dönmemek üzere götürülmüştür. Büyük oğlu Ağaniyaz, İkinci Dünya Savaşı’nda Stalin uğrunda düşmana hücum ederken kahramanca hayatını kaybetmiştir. Küçük oğlu Balaniyaz da yine babası gibi Stalin aleyhinde konuşmak suçundan alınıp götürülmüştür. Fatma Kadın, eşini ve iki çocuğunu Stalin yüzünden kaybetmiş, yaşadığı acılara tahammül etmeye çalışan bir kadıncağızdır. Dışarıdan bakıldığında, Stalin’in başına gelecek en ufak bir felaket, en fazla onu sevindirecektir. Ancak Stalin’in hastalandığı ve öldüğü haberi Fatma Kadın’da, içinde duyduğu korkunun yansıması bir titremeye, ağzını açıp bir kelime dahi diyememeye ve manasız bakışlara dönüşür.
Gerçekten Stalin’in ölümü üzerine, Fatma Kadın’ın yaşadıklarını yaşayan biri onun gibi mi tepki verir? Yazar neden hikâye kahramanına böyle bir tepki verdirmiştir?
Bu soruları, yazarı bu estetik tercihe yönlendiren şartları düşünerek cevaplandırmak en doğrusu gibi görünüyor. Yazar, Stalin’in tanrısal vasıflarla bezenmiş portresinin ortaya çıkardığı trajedinin hissedilmesini sağlamak istemektedir. Elçin’in hikâye boyunca yaptığı tercihler, bizzat Stalin korkusunun, en az milyonlarca insanın canını almak kadar “şiddet” unsuru taşıdığını göstermek içindir. Yazar, halk üzerinde gün geçtikçe derinleşen ruhsal acıların tipik bir sendroma dönüştüğünün altına çizer.
Böylece yazar, kahramanlarının ironi hissi veren davranışları ile tıp literatüründe Stockholm sendromu olarak veya edebiyattaki karşılığı ile “cellâdına âşık olmak” deyimiyle tarif edilen tipik durumu yansıtmayı başarıyor. Ancak psikiyatrik yöntemlerle açıklanabilecek bir olayı edebiyat penceresinden, kendi kurgusu içinde hikâyesiyle okuyucuya ulaştırıyor.
“Stalin’in Ölümü”, işlediği konu, konunun ele alınışı, dil ve anlatım özellikleri ile yazarının sanatın evrensel yönünü yakalamasındaki başarı ile değerlendirilmesi gereken bir eser. İlk anda hikâyenin başlığına bakarak yazarın basit bir komünizm eleştirisine girişerek edebiyattan uzaklaşacağını aklına getiren okurunu Elçin, politik olmaktan çok estetik bir şekilde kurguladığı eseri ile hayal kırıklığına uğramaktan kurtarıyor.

( Dil ve Edebiyat dergisi, Kasım 2013, sayı 59.)




[1]Elçin, Sarı Gelin, Ötüken, İstanbul 2003.
[2] Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.
[3] “Elçin: Günümüz Azerbaycan edebiyatının önde gelen isimlerinden olan ve hikâye, eleştiri, senaryo, tiyatro yazan olarak büyük ün kazanan Elçin (Elçin İhyasoğlu Efendiyev), 13 Mayıs 1943'te Bakü'de doğdu (Eserlerinde kısaca Elçin adını kullanır). Babası İlyas Efendiyev de (1914-3 Ekim 1996) Azerbaycan'ın şöhretli yazarlarındandı.
1968'de Sovyet Yazarlar Birliğine üye olan yazar, 1993'ten sonra Azerbaycan hükûmetinde başbakan yardımcılığı görevini yürüttü. İlk hikâyesi 1959 ‘da yayımlanmış, 1970'te Azerbaycan Bedii Nesri Edebi Tenkitte adlı tez çalışmasıyla filoloji (dil ve edebiyat) doktoru olmuştur. Aynı zamanda Bakü Devlet Üniversitesinde edebiyat nazariyeleri profesörüdür. Elçin'in hikâye ve romanları Rusça Almanca, İngilizce, Fransızca, Macarca, Arapça, İspanyolca, Farsça ve Türkiye Türkçesinde olmak üzere dünyanın belli başlı dillerinde yayımlanmıştır. Kendisi de diğer dillerden çeşitli eserleri ana diline çevirmiştir.
Farklı üslubu ve gerçeküstücü unsurlara yer vermesiyle tanınmıştır.” (Elçin, Sarı Gelin, Ötüken, İstanbul 2003.)
[4] Berna Moran, a.g.e., s. 55.

6 Temmuz 2013 Cumartesi

Duracağız


Ramazan recep ayının başlamasıyla ilk huzmelerini göstermiş, şabanın on beşinci gecesinden sonra geri sayımla beklenir olmuştu.
On beş- on altı saat yemeden içmeden sıcak hatta son yılların en sıcak yazlarından birinde yaşanacak gibi Ramazan. Ortalama bir insan ömrüne bir iki kere sığacak bir tecrübe bu.
Oruçlular için zorluğun derecesi onlara sınanma derecelerini de hissettirir. Giderek daha varlıklı olduğumuz şu yıllarda, nimetlere ulaşmanın görece daha kolaylaştığı bir zaman diliminde hele tüketmenin, dünyadan haz almanın kutsandığı bir asırda orucun daha farklı anlamlar kazandığı anlaşılıyor.
Zayıflamanın kilo almaktan daha belirgin ve daha masraflı bir gündem olduğu bu günlerde oruç onu tutanlara bedenlerinin kendilerine ait değil emanet olduğunu bir kere daha hatırlatacaktır.
Cinselliğin; aşk, ahlak, kişilik, karakter gibi değerlerin önüne geçtiği bu günlerde oruç, oruçluya cinsiyetin ötesinde insan olduğunu bir kere daha hatırlatmalı.
Çenebazlığın, laf yetiştirmenin özgürlükle koşut görüldüğü; sükûtun, sessizliğin zayıflık görüldüğü bu günlerde oruç onu tutanlara ağza giren kadar ağızdan çıkan şeylere de dikkat edilmesi gerektiğini bir kere daha hatırlatmalı, hatırlatacaktır.
İbadetlerin vakitli olmasının bir hikmeti de insanı dünyaya değil vaktin dışına yöneltmesidir. Sahurdan iftara, iftardan sahura bir sarkaç gibi gidip gelen insanın bu dünyanın ötesine yönelmesi için ramazanda yollar kolaylaşmıştır.
Ramazan ayında açılan yolların öte dünyaya uzandığının en güzel timsali bu ayın “Kur’an ayı” olarak anlaşılması şüphesiz. Boğazımıza kadar battığımız dünyadan mukabele ve hatimlerimizle çıkmaya çalışırken gerçek hayatı daha yakından hissedeceğiz inş. . Ramazan ayında “Allah’la konuşmak isteyen Kuran okusun” düsturuyla dillerimizi, gözlerimizi, gönüllerimizi, ah evet gönüllerimizi, evlerimizi ve bütün çevremizi bereketlendireceğiz inş. .
Bir yıl boyunca türlü telaş ve hezar endişeyle akışına kapıldığımız dünya hayatının, bizi istediği yere alıp götüremediğini hatırlayacağız. Hatırlayacağız çünkü akla, mantığa, stratejik hesaplara, türlü planlara sığmayan bir anlayışla duracağız, tevakkuf edeceğiz, itikafa gireceğiz.
Hatırlayacağız çünkü kazanmak için başkasını ezmeyi, sömürmeyi ilke edinen bir zihnin karşısına  kendimizi Allah’a vakfederek duracak, itikâfa gireceğiz.
Birbirini geride bırakmanın hazzıyla yükselmeyi başarı sayanlara inat nefislerimizi alçaltarak en mahrem hâllerimizin şahidi Rabbimize yönelecek ve öylece duracağız.
Duracağız çünkü içindekilerle birlikte ölüm denizine sürüklenen sel sularından ayrıştıracağız kendimizi.
Duracağız çünkü dünyanın dört bir yanında ezilen, sömürülen, horlanan insanların hallerini, sesini daha iyi görmek ve duymak için kulaklarımızı, gözlerimizi paslarından arındıracağız.
Her an hatırlayacak ve duracağız!
Bütün bedenimizi, ruhumuzu maddi ve manevi araçlarıyla yoran bu hayatta yeniden var olmak, yeniden aktif olmak için duracak/ tevakkuf edecek itikâfa gireceğiz.
Ve inşallah şunu demek için duracağız:
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es...


14 Şubat 2013 Perşembe

28 Şubat Sürecinin Çocuk Edebiyatına Etkileri


Nehir Aydın Gökduman ile söyleşi

Zafer Özdemir

Çocuk edebiyatı merkezli bir söyleşi tahayyül ediyorum ancak tarihî, sosyolojik zemini de ortaya koymak gerek diye düşünüyorum. Çok geniş bir konu ancak kabaca tarif etmeniz mümkünse: Dindar kesim göz önünde tutulduğunda 28 Şubat sürecinin çocuk edebiyatına olan etkilerine ilişkin gözlemleriniz nelerdir?

Postmodern olsun ya da olmasın bütün darbelerin ilk vurduğu alan düşünce ve eğitimdir. 28 Şubat’ın da yine en çok din eğitimini olumsuz etkilediği apaçık bilinen bir gerçek. Dinî eğitimin sacayağı olarak görülen ve bu süreçte büyük yara alan gerek din eğitimi veren okullar, gerek sivil toplum kuruluşları, gerekse bu eksende yayın yapan gazete, dergi ve kitapçılar, yok edilme tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Çok partili döneme geçişten sonra din eğitiminde kazanılan özgürlüklerin tamamının 28 Şubat dönemindeki baskı ve dayatmalarla ortadan kaldırılması, sürecin ne kadar ağır işlediğinin ayrı bir göstergesi oldu. Tabii ki eğitimin tarumar edildiği böyle bir zapturapt ortamında bizim camiadaki çocuk edebiyatının ve kitaplarının güllük gülistanlık bir seyir göstereceği de beklenemezdi.  İyi hatırlıyorum 1998 yılıydı. Her gün 28 Şubat heyulasının başımıza ördüğü çorapların türlü türlü hâlleriyle irkiliyorduk.  Bir akşam televizyon kanalında haberleri izlerken,  spikerin elinde bir anda kendi yazdığım romanlardan birini gördüm. Kitap, bir lisede edebiyat öğretmeni tarafından öğrencilere tavsiye edilmiş, bir öğrenci velisi bu durumdan rahatsız olmuş ve idari makamlara yaptığı şikâyet sonucunda öğretmenin liseden tasfiyesi uygun görülmüştü. Bir kitap tavsiyesinin yol açtığı bu garabet ve yazdığım kitabın bir suç unsuru gibi ekranda sergilenerek içinden pasajlar okunması, o dönemde haber bültenlerinin hangi maksada uygun haber ürettiklerinin basit kanıtlarından biriydi. Bu haber, sonrasında da gazete manşetlerinde bol bol boy göstermişti.

Tabii böyle militarist bir kuşatma altında ne yetişkin ne de çocuk edebiyatının bizim camiada öyle pek ilerleme gibi bir şansı olamazdı. Zaten bizim literatürümüze Tanzimat’la birlikte giren çocuk edebiyatı daha çok sistemin müsaade ettiği ve desteklediği çevrelerin tekeline verilmişti. Üç-beş isim dışında Müslümanlar yıllarca bu alana uzak durmuşlardır. (Burada değerli üstad, Cahit Zarifoğlu’nu rahmetle anmak isterim) 1970’lerden sonra Müslümanların aktif yayıncılık politikalarında ise daha çok tefsir, fıkıh gibi çeviri eserlerin hâkimiyeti mevcuttu. Çocuklar için yazıldığı iddia edilen ve özellikle dini kitap olarak nitelenen kitaplar da ancak ilmihal tarzında olanlardı. Yani ne uzun soluklu bir roman, ne bizi anlatan anekdotlar… En azından ben kendi adıma bunlara rastlamadığımı söyleyebilirim. Aslında birçok ebeveynin ortak sıkıntısıydı. Çocuğunuz eli kalem tutup okumaya başladığında ona kendi dünya anlayışınızla paralellik gösteren edebi eserler arardınız, ama dön dolaş hep aynı noktaya gelirdiniz.

Bugüne baktığımızda bu durumun eskiye nazaran oldukça aşıldığını görsek de 28 Şubat, bu ilerlemenin önüne büyük bir set koymuş, dünya perspektifinden çocuk edebiyatını çok geriden takip etmemize sebep olmuştur. Bugün George Orwell, Roald Dahl, Michael Ende gibi ünlü yazarların 1950’lerde yazdıkları kitapları okuduğumuzda, kendimizin 2000’lerde ne hâlde olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz.

 

Yazarlık serüveniniz devam ediyor; sadece çocuk edebiyatı alanında değil, roman ve hikâye türünde de eserleriniz var. Yaşadığımız dünya bir yazar olarak sizi nasıl etkiliyor? Örneğin konu seçiminde aile ilişkileri, pedagojik sorunlar, savaşlar veya başka sorunlardan öncelik sıralaması gözetiyor musunuz?

Yirmi yıla yakındır, edebiyat alanında yazıyorum. Yazıya ilgim ilkokul yıllarından bu yana olsa da profesyonel olarak uğraş edinmem de sanırım yaşadığım ortam ve şartların büyük etkisi oldu. Mesela ilk gençlik dönemimde tuttuğum anekdot ve günlüklere göz attığımda bile, yazılarımın ekseninde; fıtri olanın sınırlanması, iğdiş edilmesi, zulüm merkezli sömürü ve himaye karşısında doğan refleksi görüyorum. Bu sonraki süreçlerde de değişmedi. Zaten Kur’an’ın muhtevası ve bize sunduğu İslam algısında da insan doğasını en çok etkileyen gerçekliğin de hak ve adalet arayışı olduğunu düşünüyorum. Konu seçimi de kimliğin tezahürü olarak şekilleniyor doğal olarak. Yazarak günü yakalamayı, dünya gündeminde ya da ülke içinde hepimizi ilgilendiren kitlesel meseleleri edebiyatla bütünlemeyi seviyorum. Bana göre bu yalnızca köşe yazarlarının işi değil. Edebiyat, ‘en güzel söz’ söyleme sanatıysa yelpazesi de bir o kadar geniş tutulmalı… Mesela, 28 Şubat’ta ısrarla yazdığımız başörtüsü hikâyeleri. O dönem eğitim ve öğretim hakları babında, hak ve adalet için yazıya yüklenen bir misyondu ve işlevsel de oldu. Yazıya yön veren saikler yaşamdan kopuk değilse anlam buluyor. Mesela okuduğum gazete küpürlerinden çıkardığım çok öykü olur benim. Çocukları gözlemlediğim, onların kıymetli cümlelerini biriktirdiğim notlarım, ailemden yola çıkarak edindiğim tecrübeler, anneliğin yüklediği duygular, insanın havsalasında derin yaralar açan savaşlar, fotoğraflar ve tüm bunların yanında çocukluğumdan bu yana kopamadığım kitaplarım, okumalarım…  Yazının şekillenmesinde hepsi ayrı öneme sahip benim için.

 
Çocuk kitaplarının ille de bir şey öğretmek gibi bir hedefi olmalı mı? Genelde doğru-yanlış davranışı öğretmek gibi bir amaç güdülüyor. Özellikle İslami camiada bu çok yaygın… Ayrıca didaktik bir dil de kullanılıyor çoğu zaman. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu öğretme fiilinin dozunu tutturmaya bağlı biraz da… Bazen öğretmeyi yazının merkezine koymanız gereken metinler olur. Bunlar genelde bir amaca hizmet eder ve belli yaşlarda ve ortamlarda okunması gereken metinlerdir ve didaktizm fazla göze batmaz. Ama genel olarak çocukta okuma zevkini geliştirme, sosyal algıyı güçlendirme, hayal dünyasını, duygu, düşünce ve sorgulama yetisini harekete geçirme noktasında bu didaktik metinlerin yeterli olmadığını hepimiz biliriz. Evet İslami camia didaktik metin yönünden pek zengin. Bunun temelinde ebeveyn ve eğitimcilerin ‘kitap okumaktan’ ne anladıklarıyla orantılı galiba. Ben çocuk edebiyatına yöneleli on yıl gibi bir zaman oldu. Bu zaman zarfında imza günleri ve söyleşi gibi etkinliklerimde yaptığım gözlem itibarıyla bizim camiadaki yetişkinlerin çocuklarını daha çok, dini didaktik kitaplara yönlendirdiklerine şahit oluyorum. Bu elbette ki yanlış bir tutum değil… Ancak kitap okuma alışkanlığı kazandırmak istediğimiz çocuklarımız için de ilk ve tek doğru adım sayılmaz. Yetişkinler, çocuğum kitap okumuşken dini olanı okusun, bir yandan da dinini öğrensin arzusundayken, günümüzde her çeşit görsel etkinliğin etkisine açık küçüklerimizde ise daha renkli, heyecan uyandıran, eğlendiren, güldüren, düşündüren, sürükleyen konulara da eğilim oldukça fazla… Hâl böyle olunca, çocuklarımızı her boyutuyla kuşatan kitaplarımız olmalı demekten başka seçenek kalmıyor geriye.

Yetişkinlerde kitapların çocuklara bir şey öğretmesi, onların bir davranışını değiştirmesi beklentisi var. Yetişkinlerin bu tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Güzel bir beklenti tabii ki… Bu misyonu taşıyan ve başarmaya çalışan kitaplarımız var, olmalı… Ancak ben her ne kadar çocuk kitapları yazsam da temel davranış eğitiminin ailede başladığı ve uzun yıllar boyunca yine aile efradında şekillendiğini kabul eden biri olarak, kitapların davranış geliştirme ve değiştirmede başlı başına etken kaynak olduklarını düşünmüyorum. Evet kitaplar eğitimci ve ebeveynler için önemli derecede yardımcı unsurlardır. Ancak burada ebeveynlerin önce kendi hâl ve tavırlarında tutarlı olabilmeleri ve örneklikleri daha önemlidir. Mesela kendisi namaz kılmadığı hâlde çocuklarına namazı sevdirmeyi kitaplardan bekleyen ebeveynlerin tavrı ne derece tutarlıdır tartışılır. Bununla birlikte, kendi örnekliği yanında bunu destekleyecek materyaller arayan eğitimci ve ebeveynleri ise kutlamak gerektiğini belirtmek isterim. Gösterdiğimiz doğru davranışlar doğru kitaplarla desteklenirse ancak o zaman müspet sonuçlar elde edebiliriz.

 

Çocuk için ilmihal bilgileri çok önemli olmakla birlikte, dinî eğitimin sadece bu bilgilerin çocuğa aktarılması ile tamamlanacağı şeklinde bir algı da var. Çocuk edebiyatı ile dinî eğitim arasındaki ilişki nasıl olmalı?

Dini eğitimi, özellikle konu ve yaş itibarıyla kategorilendirebilirsek, sanırım tekdüze kitaplar yazmak ya da yayınlamaktan arınmış oluruz. Öncelikle çocuğa vermek istediğimiz dini bilgiyi doğru yaşa ve doğru üslupla vermemiz gerektiğini iyi bilmemiz gerekiyor. Mesela çocukta soyut kavramının yerleşmesi on yaşından sonra gelişmeye başlar. Bunun öncesinde dini konularda anlatılan soyut kavramlar çocuğun hayal gücüyle şekillenir ve subjektiftir. Dört beş yaşındaki bir çocuğa Allah’ı anlatmada kuracağınız cümleler oldukça sınırlıdır. İlmihal bilgileri de bilmukabele… İşte bu noktada güzel ve kaliteli eserlerin ortaya çıkmasında edebiyatın işlevselliği doğru minvalde değerlendirilirse sorun ortadan kalkacaktır. Edebiyat yalnızca yetişkinler için midir? Küçük bir çocuğa da yalan söylememenin faziletini pekâlâ günümüzün içinden süzülüp gelen bir hikâyecikle anlatabilirsiniz. Bunu yaparken de şirin ve sempatik dini motifler kullanabilirsiniz, ya da namaz, oruç gibi temel dinamikleri eğlenceli bir kurgunun içinde bütün doğallığıyla sevdirebilirsiniz… Bazen dini hiçbir imge kullanmadan da İslam’ın özünü ustalıkla aktarabilirsiniz. Yazdığım bir masal serimde paylaşmanın ve yardımseverliğin önemini anlatmak için şöyle bir seyir izlediğimi hatırlıyorum. Masalımızın kahramanı sincap elindeki cevizleri ağabeyiyle paylaşmak istemez, hepsini bir kutuya doldurup kucağına alıp sahiplenir ve yolda giderken tavşana rastlar. Tavşan’ın kolunda bir sepet havuç vardır.  Sincap sorar, o kadar havucu ne yapacaksın? Tavşan şöyle der: Bir kısmını etrafımdaki havucu olmayan tavşanlara dağıtacağım, bir kısmını salata yapıp akşam arkadaşlarımı davet edip onlarla birlikte yiyeceğim, bir kısmını da yarın için ayıracağım… Bu yalnızca Kurban Bayramı’nda yaptığımız paylaşımın basit bir versiyonu… 

 

Sizce, Kur’an-ı Kerim çocuk edebiyatı için nasıl bir kaynak oluşturmaktadır?

Kur’an’ı Kerim gerek büyükler için gerekse çocuk edebiyatı için mükemmel bir kaynaktır. Kur’an’la haşır neşir olan bir insanın yazdıklarında mutlaka Kur’an’ın sesine, izine rastlanır. İster roman, ister öykü, ister şiir olsun hiç fark etmez, üstelik mesajı bir bayrak gibi dalgalandırmadan, siz bir tek Allah lafzı anmasanız bile Kur’an’ı tanıyan, yazdıklarınızla aranızda ilinti kurabilir. Böyle de olması gerekir. Fakat biz Kur’an ve çocuk edebiyatı deyince, bu alanı çocuklara anlatılacak Peygamber kıssaları olarak mı anlıyoruz sadece? Bu elbette gerekli, Resullerin Tevhid mücadelesi çocukların yaşına uygun bir dille aktarılmalı, ancak Kur’an’daki yüzlerce ayetin ışığında, öyküler, masallar kurabilme yetimizde olmalı diye düşünüyorum. Mesela bize dosdoğru olmamızı emreden Kur’an ayeti, Hazreti İbrahim’i o yumuşak huylu bir rasuldü diye tanımlayan bir başka Allah kelamı, ve daha niceleri, bize ipuçları için yeterli değil mi? Yani Kur’an’ın söylemini didaktik üsluplarla tanımlamak yerine, onu metinlerimizin özünde var edebilmeliyiz. Bunu başardığımızda çocuklarımızda din eğitimi sorunsalını da büyük ölçüde çözeceğimizi umuyorum.  

 

Çocuk kitaplarının ille de pedagojik açıdan uygun olması gerekir mi? (kitaplarda olumsuz davranış örneklerinin yer alması, çocuğun duygu dünyasında olumsuz etki yaratacak şeylerin, yer alması…)

Çocuk edebiyatıyla uğraşanların (yazar, çizer,  tasarımcı, yayıncı vs.) bir pedagog kadar akademik birikime sahip olmaları tabii ki beklenemez. Ancak bu kimselerin, çocuk doğasını bilen, tanıyan, bunu edebiyatla bütünleyebilen ve bu alanı ticari hedeflere kurban etmeyen idealde kimseler olması da şiddetle elzemdir. Çocuğun fıtratına uygun eserler ancak böyle sağlanabilir. Fakat pedagojik kriterler derken bazen işin dozunun çokça kaçırıldığını da ifade etmeliyim. Mesela çocuk edebiyatı bazılarının dediği gibi şu demek de değildir: “Yazdığımız metinler çocuklara iyiliği ve doğruluğu aşılamak adına, melekvari kahramanlardan oluşsun. Kitabın özneleri pedagojik kriterleri gözetme uğruna hiçbir kötülüğe bulaşmasın, başlarından olumsuz tecrübeler geçmesin. Ya da bu kitapta iflah olmayan kötü karakterler yer almasın.” İşte böyle çocuk kitapları reelden uzaklaştıkça okuyucusuna sahte yapmacık bir dünyanın kapılarını aralar. Çocuklarımız, yazdıklarımızı cam bir fanustan dışarı izler gibi okur ve gerçek olanla karşılaştığında okuduklarına karşı içinde öfke büyütür. Mesela kitabınızda hayatını soygunculukla geçiren bir haydutu anlatırken, (çocuk kaba konuşmayı öğrenmesin diye) haydutu lütfen’li ricalı minnetli cümlelerle konuşturursanız, çocuğa ne kadar doğruyu sunmuş olursunuz? Ya da karanlık korkusu olmayan bir çocuğun karanlık korkusundan bahseden bir karakterden söz ederken kurguda bu korkuyu en olağan hâliyle nasıl yeneceğini de betimliyorsanız, onun durup dururken aklına karanlık fobisini sokmuş olmazsınız. Ama korkuyu yalnızca heyecan unsuru olarak kullanıp çocuğu iki ucu açık bir kurgunun ortasında bırakıyorsanız burada pedagojik sorundan söz edilebilir. Kısacası çocuk edebiyatı ve pedagoji farklı alanlardır. Zaman zaman birbirlerinin yardımına ihtiyaç duysalar da biri diğerinin üstünde otorite sayılamaz.

 

Çocuk kitaplarında resim çok önemli, malumunuz. Çocuk kitaplarında kullanılan görsel ve resimler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’deki çocuk edebiyatı resimleme sanatının ve grafik tasarımın hızlı ilerlediğini düşünüyorum. Ama yine de yurtdışındaki kitap fuarlarında yaptığım gözlemlerle kıyaslayacak olursam günün gerisinde kaldığımızı görüyorum. Çocuk kitaplarında resimleme önemli. Ben daha çok klasik tarzın dışına çıkabilen, hayal gücüyle çizgisini tabiri caizse uçurabilen çizerleri başarılı buluyorum. Bu çizerlerin resimleri iyi bir grafik tasarımla bütünleştiğinde ortaya çok keyifli çalışmalar çıkıyor. Çocuk kitaplarında gözlemlediğim temel sıkıntılardan biri, zaman zaman metinler ve çizimler arasında uyumlu bir kombinasyon sağlanamaması, bazen çok iyi bir resim sönük bir metnin yanında kendini gösteremiyor, bazen de metin-çizgi ve yaş grubu arasında istenen uyum yakalanamıyor. Mesela metin 11 yaşa yazılmış ama resim 7-8 yaş grubuna hitap edebiliyor. Bu da kitabın kalitesini düşürüyor. Bir de özellikle bizim camiada her yayıncının kendine edinebildiği bir tarz yok. Herkesin birbirinden etkilendiği bir piyasa mevcut… Bir diğer konu kitaplar rağbet görmesi için çok fazla renkli ve hareketli olabiliyor. İtalya çocuk fuarında 9-10 yaşa yönelik kitap bulabilmek için epey stant dolaştığımda bu yaş grubu için az resimli sade kitapların tercih edildiğini gördüm. Okul öncesi ve 7 yaş kitapları ise son derece renkli ve eğlenceliydi. Biz sanırım, çocuklara kitap sevgisini verelim derken üst yaşlar için bile resimleme olayını biraz fazla abartıyoruz. Hatta resimler yanında kitabın yazılı sayfalarındaki harfleri bile hareketlendiriyoruz. Bu tarz uygulamaların zamanla daha dengeli bir boyuta geleceğini umuyorum. Kitap bence elimize aldığımızda görselliği kadar, ağırlığıyla da bize kitabı çağrıştırabilmeli… Bir diğer önemli nokta da kitaplardaki resimlerde değerlerimizi yansıtan boyutun çok dikkate alınmaması. Kendi değerlerimizi resimlere yansıtmakta çok başarılı değiliz. Mesela dinî kitaplar diye adlandırdığımız kategoride resimler genelde hep Arap iklimini yansıtır… Hurma ağaçları, develer, uzun elbiseli insanlar…  Din yalnızca bir topluma ve çağa mı özgüdür. Ya da Batı’dan bir eseri resimlerken Batı’yı kilisesiyle, çam ağacıyla, Noel Baba’sıyla birebir resmetmeler filan…  Hâlbuki her toplum kendi gelenek ve kültürünü de içinde barındıran bir bütünlük arz eder ki kitaplarda bunu resmettiğinizde çocuk kendisiyle özdeşim kurabilsin.    

 

Kendi kitaplarınızda resimlerin hikâyenizi ne kadar anlatabildiğini düşünüyorsunuz?

Her kitabım için aynı şeyi söyleyemesem de resimlerini beğendiğim, çalışmalarım da bir hayli mevcut. Çoğu zaman yazdıklarımı ifadelendirme açısından kitabı resimleyecek çizer arkadaşlarla karakterlerin özelliklerini konuşuruz. Ortak betimlemeler yaparız. Resimleme başladığında da resimler aramızda gider gelir. Hikâyeyle örtüşmesinde bunların önemli olduğunu düşünüyorum.

 

Hayvan karakterler çoğu zaman insanların yaşadığı gibi ev ortamlarında resmediliyor. Dört ayaklı hayvan iki ayaküstünde, mutfakta, önlük takmış, yemek yapıyor mesela. Sizce bu çocukların zihninde nasıl algılanıyor?

Yaş grubu dikkate alındığında, kitaptaki dil ve üslup seviyeye uygun olduğunda, resimler de bunu bütünlediğinde bu tarz çalışmaların çocuk zihninde renkli ve eğlenceli bir tablo oluşturduğunu biliyorum. Çocuk edebiyatında fabl tür olarak etkin bir alan. Bu alan,  gelişen ve değişen dünyayla birlikte bugünün kitaplarında daha hayatın içinden resmedilir oldu. Çizgi filmlere, bilgisayar oyunlarına baktığımızda çok renkli ve çok çeşitli bir çizgi dünyasıyla karşılaşıyoruz. Fantastik edebiyat derseniz almış başını yürümüş durumda. Hâl böyle olunca, çocuk kitaplarının gereken ilgiye mazhar olmasında,  hayvan karakterleri şehir kültürünün içine taşımak zaten hayvanlara karşı büyük sempati duyan çocuklarımız için bir zenginlik bence.

 

Türkiye’de çocuk edebiyatının durumu nedir? Sizce yeterli bir düzeyde mi? Değilse, neler öneriyorsunuz?

Öncelikle bugün Batı’da çocuk edebiyatının ders olarak okutulduğunu düşünecek olursak, bugün ülkemizde böyle bir alanın varlığı kabul edilmiş midir, önce bunu kritik etmek durumundayız. Daha düne kadar çocuk edebiyatı diye bağımsız bir türün olmadığı, bunun edebiyatın içinde bir alan olduğu söylenirdi. Çocuklar için de genellikle çeviri eserler tercih edilirdi. Bugün de Türkiye’deki çocuk kitaplarının yüzde altmışını yine çeviri eserler teşkil etmektedir. Çocukluğumuz  ‘Yüz Temel Eser’i, çevirileri okuyarak geçti. O günden bugüne baktığımızda çocuk edebiyatının gelişmekte olduğunu görmekle birlikte hâlâ yeterli düzeyde olmadığını söyleyebilirim. Öncelikle çocuk edebiyatı ve çocuk kitaplarını birbirinden ayırt etmek gerekir. Çocuk edebiyatı “çocukların büyüme ve gelişmelerine, hayal, duygu, düşünce ve duyarlılıklarına, katkıda bulunmak amacıyla gerçekleştirilen çocuksu bir edebiyat” olarak ifade ediliyorsa, ülkemizde yayımlanan pek çok kitap bu tanıma hizmet edememektedir. Çocuk kitapları adı altında, bol resimli, görsel yönden göz boyayan ancak içerik olarak çocuğu hafife alan, onun duygu ve düşünce dünyasını erozyona uğratan kitaplar, bize yeterince ehil olmayan kimselerin bu alanı istila ettiklerini düşündürmektedir.  Oysa her çocuk yarına atılmış bir imzaysa hiçbir pazarlık, ticari kaygı ya da rekabetçi anlayış onların eğitim ve gelişimlerinden önemli sayılamaz.

Çocuk edebiyatının ülkemizde hak ettiği yeri bulabilmesinde gerek izlenecek devlet politikalarının, gerek eğitimli yazar -yayıncı dayanışmasının gerekse toplumun bilinçlendirilmesinin ve desteğinin önemli olduğunu düşünüyorum.

 

 

 

5 Şubat 2013 Salı

Faulkner’ın testeresi


 Kış geleli gün batımına yakın sığırcık sürülerinin gökyüzünde süzülüşlerine, dalgalanmalarına şahit oluyoruz. Gökyüzünde yüzlerce kuşun, müthiş bir uyumla daireler çizip sağa sola hareket etmesi bizi yaşadığımız dünyadan koparıyor. Bulunduğumuz yer sığırcıkların geceleri konakladığı bir muhit olmalı. Gündüzleriyse ortalıkta pek görünmüyorlar. Sığırcıklar, akşam ezanından yarım saat, yirmi dakika önce gelmeye başlıyor ve ezandan on- on beş dakika sonra civardaki ağaçlara tüneyerek görsel ve işitsel şölenlerine son veriyorlar.

 
Sığırcıkların senfonisi her güzel şey gibi kısa sürüyor. Sığırcık sürüleri, hayata duyduğumuz aşinalığı kısa süreliğine olsun kırabiliyor. Sonra günlük yaşantımıza dönüyoruz. Biraz evvel şehrin gürültüsünün yalnız bir an için dağıldığını anlıyoruz.




Şehrin gürültüsü bizi sadece bir ses çemberi ile kuşatmaz. Binaları, trafiği, sokaktaki düzeni ile duvarlarını yükseltmektedir.  Etkisinde kaldığımız, çekiciliğinden kurtulamadığımız dünya; bizi her an sanki podyumda yürüyormuş edasına iten bir koleksiyonu gardıroplarımızda biriktirmeye zorlar. Üst üste iki gün aynı kıyafeti giymenin yadırgatıcılığı ise kumaş fiyatlarına kaldıraç etkisi yapmaktadır. Sadece karnını doyurmak için yaşayan, ömrünü av arayarak tamamlayan atalarımızın aksine günümüzde insanlar zayıflamak için yemekte; yiyecek içecekte kalori, keyif vericilik ve farklı tatlar aramaktadır. Günlük hayatın sıra dışı bir hâl alması, giyim kuşamdan yeme içme kültürümüze kadar artık her yerde kendisiyle birlikte yaşamaya alıştığımız bir gürültünün ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

İnsan içinse en kötüsü, bu sistemin bir parçası olması, içinde yaşadığı hayatın dişlilerini elleriyle sıkıştırmasıdır. Okullarda, alışveriş merkezlerinde, tekstil atölyelerinde, sanayi sitelerinde Chaplin’in Modern Zamanlar’ı yinelenip durur. Ancak birçok insan hayat diye, başkalarını eğlendiren bir palyaçonun dramını yaşadığını göremez. Bu hâliyle eline kılıcını, günümüzde daha çok klavyesini alarak, hasım bellediği nesnelere hücum eder. Siyasi, ekonomik, toplumsal hatta bireysel gündemlerimiz karşısında bazen, Cervantes’in bir dev sanarak yel değirmenlerine saldıran kahramanı Don Kişot oluruz. Bu hal gülünç ve belki içler acısıdır. Neşeli çığlıkların atıldığı bu dünyada, her şey o kadar gösterişlidir ki, farklılık yaratmak için sadeliği seçmek yeterlidir.

Hayatın rutinleşen düzeninin dışına çıkmak istediğimizde çoğu zaman sanal dünyaya yöneliriz. Çünkü gerçek dünyanın renk, şekil ve seslerden müteşekkil suni tatları ruhumuzun açlığını azaltmaya yetmez. Biraz uzaklaşmak için kaçtığımız sanal dünyanın da şehir hayatından farkı yoktur aslında. Sanal ilişkiler, sahte kimlikler hayatımızı, bir havai fişek gibi aydınlatır ama maalesef tekrar son sürat bizi karanlığımıza gömer. Kısa süren bu mutluluğun göz alıcı parlaklığı yerini yine bir çeşit gürültüye bırakır. Kur’an-ı Kerim’de “çakan şimşekler neredeyse gözünü alıverir; ışık verince hareket ederler, karanlık üzerlerine çökünce oldukları yerde çakılıp kalırlar” ayetindeki benzetmeye ne kadar da benzer bu durum. Paralel bir evrende benzer görüntü ve seslerle gürültü, kirlilik devam eder. Gerek şehir hayatı gerek sanal dünya sadece bedenen değil ruhen de yoran bir gürültü üretir.
İnsan ruhunun yorgunluğunu şiir, hikâye ve romanlarda farklı besteleriyle dinliyoruz. William Faulkner da Döşeğimde Ölürken romanında, aniden çıkıp gelen sığırcıklar gibi aşinalığı kıran bir senfoniyi besteliyor. Söz konusu romanda, yatağında ölümü bekleyen anne Addie Bundren için oğlu Cash tarafından bir tabut yapıldığı anlatılıyor. Oğul Cash elinde keseri, testeresi ile sürekli bir ağacı yontuyor. Bundren ailesinin hikâyesinin anlatıldığı süre boyunca olaylara, konuşmalara hatta kahramanların iç monologlarına bir fon hâlinde keser ve testerenin sesi eşlik ediyor. Bu ses, Bundren ailesinin yaşadığı küçük köyün her yerini, yazarın başarıyla uyguladığı bilinç akışı tekniği ile ruh dünyalarına sızdığımız roman kişilerini sarıyor. Testerenin hareketiyle ağaçtan kopan her küçük parçada, zamanın hayatımızdan yonttuğu anları hissediyoruz. William Faulkner, testerenin sesi ile ölüm ve hayat arasındaki ilişkiyi nabzından tutuyor. Romanı okurken, zamanın herkese annesi için tabut hazırlayan oğul Cash gibi davrandığını anlıyoruz.

Döşeğimde Ölürken romanını okurken, testerenin ürpertici bestesi yankılanıyor. Faulkner’ın testeresinin sesi irkilticidir, bir miktar korku verir. Ancak insanı kendine getirir.
Camekânları ışıklarla süslü dükkânlar, reklam panoları, yükselen binalar arasına sıkışan bir oyun parkında boş bir salıncağın sallanması da korku vermez mi? Yapılardaki çarpıklık, renklerdeki uyumsuzluk insanın kurduğu düzenin yorucu ama ıstırap veren veçheleri değil midir? Sadeliğin sıra dışı, gösterişliliğinse sıradan olması, yaşanan hayatı acıklı bir güldürünün sahnelendiği bir yer hâline getirmez mi? Kulak verirsek Faulkner’ın testeresinin sesini sokaklarda da duymaz mıyız?

Ruh ve beden, hayat ve ölüm birbirine sürtünerek insanı yoran bir uğultu çıkarıyor. Bu sese aşina oldukça sağırlaşıyoruz. Yaşamaya alışmak yüzünden keyif verici tatlar, rengârenk kumaşlarla örtülen yalnızlığımızın acıklı güldürüsünü duyamıyoruz. Oysa kafamızın içini, gözümüzün önünden akıp giden hayat ırmağının uğultusu dolduruyor. Bir sığırcık sürüsü ya da bir testere sesi duymasak hepten duyarsızlaşacağız. 

Dil ve Edebiyat dergisi Şubat 2013'te yayımlandı.


2 Ocak 2013 Çarşamba

Etik ve Estetik Kriterlerin İhmali: “Hakikat Boşluğu” Hilmi Yavuz ile Söyleşi




Zafer Özdemir


Söyleşi sayfalarımızda bu ay, entelektüel tecessüsü ve meselelere kuramsal düzeyde yaklaşımı ile ayrıcalıklı bir yer edinen aydınımız Sayın Hilmi Yavuz ile sohbet tadında gerçekleşen bir metin yer alıyor. Medeniyetleri dinlerin, kültürleri ise milletlerin ortaya çıkardığı tezi ve Gregory Jusdanis’den hareketle “özerk estetik bilinç” kavramsallaştırması etrafındaki konuşmamızı Hilmi Yavuz ile Sezgin Gök, Fatih Özdemir, Ahmet Koçak ve Zafer Acar’ın da katıldığı bir ortamda gerçekleştirdik. Ancak bir kısmını siz okurlarımızla paylaşabildiğimiz söyleşimizin, üzerinde derinlikli tartışmaları hak ettiğini düşünüyor ve ilginize sunuyoruz.


Gregory Jusdanis’in, Yunanistan'ın modernleşme tecrübesini tartıştığı 'Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, Millî Edebiyatın İcad Edilişi' adlı kitabından hareketle “özerk estetik bilinç” in “klasik olanla modern olanı kaynaştırma” şeklinde işlediğini ifade etmiştiniz? Özgün, özerk estetik bilincin temel karakteristiğini neler belirler? 

Ben tezim şudur: İslam her şeyden önce bir medeniyettir. Yahya Kemal’den sonra İslam’ın sadece bir akait manzumesinden ibaretmiş gibi alımlandığını ve İslam’ın inşa ettiği o büyük estetik medeniyetin giderek arka plana itildiğini, gözden uzak tutulduğunu, ihmal edildiğini düşünüyorum. Dolayısıyla İslam’ın, kendine mahsus bu estetik medeniyetin bugünkü modern dünya ve insan için bir anlam taşıyıp taşımayacağını sorgulamak istiyorum. Bunun pratik bir amacı var; bizim insanımızın hakikat boşluğu içine düşmüş olması… Yani bizim insanımız referanslarını kaybetti. Neyin güzel, neyin çirkin, neyin erdemli, neyin erdemsiz olduğu gibi bizi birtakım kıymet hükümlerine taşıyacak olan etik ve estetik kriterler, ölçüler kayboldu.


Bunun sebepleri neler? Bunu ne ile izah ediyorsunuz?

Her şeyden önce Müslümanların birinci dereceden mesul olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki Müslümanlar mesuliyeti kendilerinin dışında, mesela resmî ideolojide, Kemalizm ve Batı’da vs. aramışlardır. … Elbette bunların da payı var ama asıl olan Müslümanların kendilerini sorgulamalarıdır. İslam’ın bir medeniyet dini olarak bize, modern dünyaya ve bugünün Müslüman’ına etik ve estetik kriterler sunmakta niçin geri kaldığını, niçin böyle bir donanımla bizi donatmadığını sorgulamak durumundadır. Kemalizm’in, toplumsal dönüşümlerin, modernleşmenin birtakım etkileri olmuştur ama bu etkilerin bize kendi referanslarımızı unutturmaması gerekirdi diye düşünüyorum. O yüzden bu referansların olması gereken alanlarda bir hakikat boşluğu vardır. Müzikte olsun, sinemada olsun, edebiyatta olsun böyle bir referanssızlığın hüküm sürdüğünü görüyorum. Bundan elli yıl önce dünyaya kendi referanslarıyla bakan, edebiyata, müziğe, sinemaya kendi medeniyetlerinin kodlarıyla bakan insanların bugün üretilen müzik, edebiyat vb. hakkında, benim gibi o referanslardan yola çıktıkları için, farklı düşündüklerini sanıyorum.


Hakikat boşluğu derken hakikati nasıl izah ediyorsunuz?

Estetik ve etik açıdan Müslüman insanı birtakım doğrulara, hakikatlere götürecek kriterlerin olmayışının bir hakikat boşluğu, bir hakikat yokluğu yarattığını söylemek istiyorum.

Andrew Davison, dilimize “Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik” adıyla çevrilen kitabında, “Modernizmin bilimsel araştırmayı, bütün geleneksel dünya anlayışlarının üzerine” çıkarmasının, bir “hakikat boşluğu” inşa ettiğini belirtir. “Hakikat boşluğu” insanın entelektüel hayatındaki geleneksel hakikat referanslarının silinmesidir.


Bu, özellikle Müslümanların dinlerini ikame ettiği fıkıhtan daha ötede bir anlamayı, öze ilişkin bir eksikliği mi işaret ediyor?

Tamamen öyle… İslam sadece akaitten ibaretmiş gibi görülmüştür. İslam’ın çok daha farklı düzlemlerde, zihinsel ve heyecansal düzlemde alımlanmasının mümkün olabileceği unutulmuş ve tamamen şekle/forma indirgenmiştir. Bu form Müslüman insanın hayatının hemen hemen bütün veçhelerinde görünen bir şeydir. İslam sadece kamusal alanda görünmeye indirgenmiştir. Çok kabaca söylemek gerekirse; “adam cumaya gidiyor mu”ya indirgenmiştir. Bunun anlamı; insanların Müslümanlığı kamusal alanda görünüyor mu, görünmüyor mu? Adamın evinde namaz kılıp kılmadığı önemli değildir. İki; “meyhaneye gidiyor mu”, adamın evinde içki içip içmediği önemli değildir. Üç, “eşi örtülü mü?”ye indirgenmiştir. Eğer Müslümanlık bunlara indirgendiyse, “Müslümanlar Kemalistleşti” diye yazmamda haklılık payı var demektir. Bu tersliğin, etik ve estetik açıdan bazı kriterlerin muhteva olarak göz ardı edilmesi ya da silinmesinden mütevellit olduğunu düşünüyorum.


Bu bahsettiğiniz süreç içinde tasavvufun etkisizleştirilmesi ya da etkisini kaybetmesinin de bir derece rolü olabilir mi?

Tasavvuf deyince bunu bir bütün olarak düşünmemek lazım... Yani Mevlevilik ile Nakşibendîliği -tabiri caizse- aynı ontolojik düzeye koyamam. Çok farklı sorunsallardan yola çıkıyor her ikisi de. Dolayısıyla tasavvufu genel bir çerçeve içinde düşünmek pek mümkün değil. Mevleviliğin, İslamiyet’in geçmişte inşa ettiği estetik medeniyete katkıda bulunduğunu; musikisiyle, minyatürüyle çok büyük bir kültür inşa ederek İslam medeniyetine katkıda bulunduğunu düşünürsek… Estetiğe katkıda bulunma anlamında tasavvuf içinde sadece Mevlevilikten söz edebiliriz. Onun dışında herhangi bir tasavvuf yolundan söz edilebilir mi, ondan çok emin değilim.


Günümüzde tasavvuf popüler kültür öğesi olarak bir şarkıda, bir romanda, günlük hayatta sıklıkla karşımıza çıkıyor. Tasavvufa olan bu ilgi özgün bir estetik bilincin oluşturulması anlamında gerçek bir eğilim mi yoksa bütün bu tasavvufi jargon tematik bir unsur olarak mı kullanılıyor?

Tematik bir unsur olarak kullanılıyor, yani kullanıldıkları bağlama bakarak tasavvuf kültürüne olan ilgi ve merakın bir dekor aracı olduğunu söylemek mümkün.


Son dönemde millî edebiyat vurgusunun azaldığı görülüyor. Bir yazınızda kullandığınız size ait tabirle “kanonik medeniyet inkarcılığı”nın gerilemesi olarak görülebilir mi bu durum?  

Ben millî edebiyat vurgusundaki bu azalmanın doğrudan doğruya bir medeniyet meselesi olduğunu düşünüyorum. Bunun uluslaşma ile milliyetçilik ile değil daha çok İslamlıkla yani dinle ilgili bir mesele olduğunu düşünüyorum. Yani bize hakikat boşluğunu giderecek referansları verecek olan milliyetçilik değil, İslam’dır bana göre. Dolayısıyla sadece basit bir kültür meselesi olarak değil de bir medeniyet meselesi olarak ele alındığı takdirde bu hakikat boşluğunu kapatabiliriz. Bana göre milliyetçilik ne estetikten ne de etikten söz eder bize. Mesela ahlaktan bahsettiğimiz zaman sadece Türk ahlakından, Türk kültürüne mahsus olan bir ahlaktan mı söz ediyoruz yoksa İslam’ın bize telkin ettiği milliyet dışı bir ahlaktan mı? Yani İslam ahlakının dışında bir Türk ahlakından söz edilebilir mi, bence edilemez! Türk ahlakı adı altında dile getirilen şeyler, milliyetçilik bağlamında Türklüğün kültürel temellerinin de olduğuna ilişkin birtakım argümanlar belirtmek için icat edilmiştir.


Hocam daha da belirginleştirmenizi isteyeceğim, sizin İslam’a çok vurgu yapmanız bir taraftan tepki görmenize bir taraftan da yanlış anlaşılarak aşırı destek görmenize neden oluyor.

Bu konuda çok tepki gören bir insan olduğum doğru. Ben insanların niyetlerine bakmam; yani eğer insan doğru söylüyorsa, bu adam niye doğru söylüyor diye niyeti sorgulanmaz.  Ama eğer yalan söylüyorsa, o zaman hangi niyetle yalan söylediği araştırılabilir. Yanlış anlaşılmalara dair size bir örnek vereyim: Kalem sahiplerinden biri “vahdet-i vücut”taki “vücut” gövde anlamına gelir, diyor. Biz de haliyle bunun yanlış olduğunu yazmak durumunda kalıyoruz. Bu sefer de adam diyor ki “sen bunu bir gerçeği ortaya çıkarmak için değil başka bir amaçla yazdın!”


Hilmi Yavuz gelişen hadiseler karşısında kendini nasıl hissediyor; Kürt meselesi, Suriye’de yaşananlar, Gazze olayları… Tabii, bu üzücü olayların yanı sıra güzel şeyler de olmuyor değil. Genel olarak baktığınızda tabloyu nasıl görüyorsunuz, memnun musunuz?

Hayır, memnun değilim ama bu memnuniyetsizlik benim meseleleri sadece siyasi ve ekonomik meseleler olarak görmemden kaynaklanan bir durum değil. Mesela, Avrupa Birliği meselesi sanki bize siyasi ve iktisadi mesele gibi sunulmuştur. Oysa bu bir medeniyet meselesidir. Bakın, kavramsal ayrımlar vardır; bir medeniyete ya ait olursun, ya olmazsın. Bir toplumun herhangi bir medeniyetle ya aidiyet ilişkisi olur ya da mensubiyet ilişkisi…. Biz Batı medeniyetine ait değiliz. AB bir medeniyet projesidir; siyasi, ekonomik bir proje olmanın çok ötesindedir. Meseleleri sadece siyasi ve ekonomik meseleler olarak görmemden kaynaklanan bir mutsuzluk, bir memnuniyetsizlik değil benimkisi.


Aydınlarımız da bu konuda perde arkasına mı geçtiler, seslerini mi kıstılar, bu konular hakkında konuşması gerekenler yeterince ses çıkarmıyor gibi, ne dersiniz?

Her gün gazeteleri okuyoruz; Türkiye’de köşe yazarlarının 10’da 9’u meseleleri siyasi ve ekonomik mesele olarak görüyor, o kadar! Bu koşullarda insanımızın meselelere başka türlü bakmasına imkân ve ihtimal var mı? Hasan Cemal böyle yazıyor, Taha Akyol böyle yazıyor, filanca böyle yazıyor… Hepsi de meselelerin siyasi ya da ekonomik olduğunu değerlendirip o açıdan yazıyorlar. Demek ki Türkiye’nin başka meselesi yok! Halbuki olaylara daha geniş bir perspektiften bakmak gerekiyor. Ne yazık ki bu geniş perspektife ne bizim siyasilerimiz ne de entelektüellerimiz sahip! Böyle bir perspektif yok maalesef.


Medeniyet meselesinde II. Meşrutiyet dönemi aydınlarının mesela Gökalp’ın Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak şeklinde bir sentez sunduğunu görüyoruz. Bugün böyle bir formül yok, siz nasıl bir çözüm öneriyorsunuz?

Tabii, ben meseleleri milliyetçilik açısında görmüyorum, doğrusunu söylemek gerekirse. Meseleyi sadece medeniyet meselesi, İslam meselesi olarak düşünüyorum. Sentez dediniz; sentez, birbirinin karşıtı olan tez ve antitezin kendi kimliklerinden vazgeçerek yeni bir kimlikte birleşmeleri demektir. Bunun peşine düşmek kadar vahim bir şey yoktur. Sentez diye bir şey olamaz! Sentez olursa bunun adı Gill Deluze’nin kavramsallaştırmasıyla “disjunctive sentences” (ayırıcı sentez) şeklinde olur. Yani bir sentez ama sentezi oluşturan tez ve antitez; tezlik ve anti tezlik özünü muhafaza ederek bir araya gelir; bu da “ve” bağlacı ile sağlanır diyor. Çok enteresan bir şey. Osmanlı-Türk toplumu “modern ve geleneksel” bir toplumdur. Ya modernist ya gelenekseliz, böyle bir şey yok. Yani hem modern bir toplum hem geleneksel bir toplum… Modern ve gelenekselin kendi özlerini muhafaza ederek bir bütünün içinde birleşmeleri mümkünken niye biz sentez diye ısrar ediyoruz? Sentezin ne olduğunu düşünmeye başladığımız anda böyle bir şeyin mümkün olmadığının da altını çizmiş oluyoruz. Yani hem modernlik modern olmaktan vazgeçecek hem de geleneksel olan geleneksel olmaktan vazgeçecek; sonra da bunlar ne olduğu bilinmeyen meçhul bir sentezin içinde var oluşlarını devam ettirecekler! Ne bu? Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Sentez fikri, geleneksel ile modernlik arasında bir çözüm yolu değildir, mantıksal olarak. Eğer bir sentezden söz edilecekse, bu “disjunctive sentences” (ayırıcı sentez) olur, yani her ikisi de kendi özlerini muhafaza ederek bir arada olmayı sürdürmek şeklinde olur; böyle bir sentez için her ikisini “ve” bağlacıyla bir arada tutmayı mümkün kılacak koşulları üretmek gerekir. Mesele bundan ibarettir.


Yapılan şey bize özgü olmayacak mı?

Bize özgü olacak tabii… Çünkü gelenek bize özgü, modernleşmemiz de bize özgü…


Hocam o zaman ve bağlacı dediğiniz Tanzimat yazarlarına biraz daha yakın sanki… Peyami Safa’dakinden en azından…

Peyami Safa sentez diyor, Doğu-Batı sentezi diyor. Bence orada ciddi hataları var Peyami Safa’nın. Sentez demekle mantıksal bir hata yapıyor.


O takdirde Peyami Safa, Tanzimat yazarlarından da daha geri bir noktada olmuş oluyor.

Tanzimat zihniyeti, geleneksellikle modernliği “ve” bağlacı ile bir araya getirecek bir zihniyet midir, Tanzimatçılar, Tanzimat yazarları böyle bir anlayışa sahip midirler, doğrusu biraz da şüphe etmek gerekir; Söylediğiniz belki de doğrudur ama üzerinde düşünmek lazım.


Hocam, medeniyet ile kültür ayrımını yaparken aklıma son dönemde şiirin gerilediği, nesrin daha öne çıktığı tespiti geliyor. Sizin yaklaşımınızdan anladığım, medeniyetin sanki biraz şiirle, kültürün ise nesirle ilişkili olduğu; böyle bir şey söyleyebilir miyiz?

Medeniyet açısından bakıldığında bizim medeniyetimiz bir düz yazı medeniyeti değildir. Yani Batılı türler olan roman gibi, tiyatro gibi, deneme ve hikaye gibi nesirle yapılan yazı sanatları geleneğimiz yok. Biz her şeyi şiir ile ifade etmişiz.  Batı’nın şöyle bir farklılığı var; Batılılar edebi yazı türleri arasına ayırt edici sınır çizgileri çizmiştir. Bu şu demek; beş tane kağıdı alıp bunların her biri üzerine ayrı metinler yazalım ve bu metinleri belli bir eğitimden geçmiş Batılı insanlara okutalım. Sonra da onlara okuduklarından hangisinin mektup, hangisinin tarih metni, hangisinin şiir, hangisinin felsefe metni, hangisinin roman veya hikaye metni olduğunu soralım. Yüzde yüz eminim ki, belli bir eğitimden geçmiş kişiler, en küçük bir yanılgıya düşmeksizin okudukları metinlerin türünü doğru olarak söylerler. Söylemler arasındaki farkın böyle bir yanı var. Bizim zihin geleneğimizde böyle bir fark söz konusu değil. Mesela felsefe için ayrı bir felsefi söylem üretilmiş değil… Şair, felsefesini şiirle ifade ediyor. Şeyh Galib’in:

Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

Merdûm-i dîde-i ekvan olan âdemsin sen


beyti pekâlâ bir felsefi önerme olarak da okunabilir. Bizde düşünceleri anlatmanın böyle bir yanı var. Bizde felsefe için özel bir söylem üretilmesine gerek duyulmamış. Peki, Batılılar ne zaman üretmişler felsefi dili? Sokrates’ten, Platon’dan sonra... Sokrates’ten önce zaten bütün o presokratik [Sokrat öncesi] filozoflar şiirle anlatmışlar felsefi görüşlerini. Heraklitos, Permanides gibi… Eğer Batı bugün presokratikleri filozof sayıyorsa, Şeyh Galip’i de filozof saymak durumundadır. Bana göre, dildeki söylem farklılaşması İsa’dan önce 5. ya da 4. yy. da bu şekilde başlamış.  İlk kez felsefe ayrı bir dille ifade edilmeye başlanmış. Ondan önce Homeros İlyada’yı yazıyor; İlyada Troya savaşlarının tarihidir. Ne var ki, İlyada destanı aynı zamanda bir şiirdir de. Homeros tarihi şiirle anlatmıştır. Filizoflar, doğa felsefesine ilişkin görüşlerini şiirle anlattığı gibi, Homeros ta tarihi şiirle anlatmıştır. Sokrates’ten Platon’a entelektüalist, akıl geleneğine gelinceye kadar bu böyle devam etmiştir. Daha sonra 19. yy.da Nietzsche çıkıyor, o da eskiye dönüyor; Böyle Buyurdu Zerdüşt hem felsefe metni hem de şiir olarak okunabilir.

 Kısaca özetlemek gerekirse, bizim medeniyetimiz farklı disiplinler arasında böyle bir söylemsel ayrışmayı gerçekleştirememiştir. Bunu bir nakısa olarak mı görmeliyiz, asla! Niye bir nakısa olsun ki! Her medeniyetin kendisini ifade etme konusunda, kendi tarihini, kendi felsefesini, kendi dünya görüşünü ifade etme konusunda kendi enstrümanları vardır. Şiir bana yetiyor demiş Müslümanlar. İslam medeniyeti  “şiir bize yetiyor; tarihi de şiirle yazarız, felsefeyi de şiirle yaparız, diğerlerini de…” demiş. Bizim medeniyetimizin kendini ifade etme konusunda başat, dominant, hakim enstrümanı şiirdir. Böyle bir anlayıştadır bizim medeniyetimiz.

Dolayısıyla şiirden romana doğru, düz yazıya doğru kayış; bu medeniyetin asli unsurundan, kendisini ifade etme konusundaki asli ve geleneksel unsurundan sapma demektir, kopma demektir. Ben meseleye böyle bakıyorum.


Hilmi Ziya Ülken’i eleştiriyordunuz, Mehmet Kaplan’ın benzer bir görüşü var: Bir Türk felsefesi yoktur ama bir Türk edebiyatı vardır; eğer bir Türk felsefi de olacaksa, bu edebiyattan yola çıkarak olacaktır.

Bu şiirle olur. Şimdi çok önemli bir noktaya gelindi; şiirin yerini düz yazı aldı. Şiirin yerini düz yazının alması ne demek? Bizim geleneksel olarak kendimizi ifade biçimi olarak seçtiğimiz şiirin, kendi medeniyetimiz bağlamında kendimizi en iyi ifade edebileceğimizi düşündüğümüz o enstrümanın geri plana itilmesi demek. Şiirin geri plana itilmesinin böyle bir manası var bence… İnsanlar artık şiirden hoşlanmıyorlar diyerek izah edip geçmek doğru değil. Bir medeniyetin kendisini ifade etme konusunda yaptığı tercihin göz ardı edilmesidir mesele...

Değişik bir okuma biçimiyle “Türkiye kapitalistleşiyor, burjuvalaşıyor, o yüzden roman öne çıkıyor” da denebilir. Ama benim okuma biçimim bu değil.

Bir kez daha altını çizerek diyorum ki; bizim medeniyetimizde bizim insanımız kendisini anlatmak için şiiri seçmiştir! Felsefi düşüncesini ifade etmede şiiri seçmiştir. Her şeyi anlatmak için şiiri seçmiştir. Biz, bize ait olan enstrümanı kaybettik, elimizden kaçırdık. Şiire kimse önem vermiyor. Şimdi ısrarla bazı arkadaşlarımız -bendeniz dâhil olmak üzere- bayrağı yukarıda tutmaya çalışıyoruz. Bu bayrak medeniyet bayrağıdır! İnanın bana, bunu retorik gereği böyle söylemiyorum! Yunus’a bakıyorsunuz, Mevlanâ’ya bakıyorsunuz, Bakî’ye, Namık Kemal’e, Ziya Paşa’ya bakıyorsunuz; hepsi de şiir yazmışlar, bir şey anlatacaklarsa şiirle anlatmışlar.


Hocam, bu ufuk açıcı, dikkat çekici röportaj için teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ediyorum.


Zafer Özdemir, Hilmi Yavuz ile Söyleşi, Etik ve Estetik Kriterlerin İhmali:“Hakikat Boşluğu”, Dil ve Edebiyat dergisi, Aralık 2012, sayı 48, s. 24-29.