22 Eylül 2015 Salı

KAPUT

hikâye

Zafer Özdemir

Soğuk, kasvetli bir gün…
Kendime acıyarak uyandım. Karamsarlık, denizin ortasındaki gemi gibi demirledi içime.
Mahallelinin laflamak için bile yanaşmadığı, korunaksız bir tarihî çeşme gibi duruyorum. Biri suyumu getirse, diğerleri şenlendirse etrafımı… Korna sesleri yükselen uğultuda iyice karamsarlığın içine çekiyor beni.
Neyse ki nazarlarım bağlı değil. Puslu havada bakışlarım, el verdiğince ufka değin yol alabiliyor.
Bizimkini duyuyorum, ayak sürüme sesleri geliyor. Erkenden kalkmış, akşamdan astığı çamaşırları yokluyor, kurudu mu diye… Çatıda ipe bir mandalla tutuşturulan, ceketi değil sanki gurbetlik duyguları; pantolonu değil de fakirliği, gömleği değil sılası… Elbiselerini değil duygularını kurutuyordu âdeta.
Onu hissedince içim açılıyor.
Tuhaf çocuk!

Sabahtan yağan kırağı en çok sevdiği kareli gömleğine herhâlde iltimas geçmemiştir. Gençler zevkli giyinir derler, bizimkinin gönlündeyse kırağıdan sebep kaskatı kesilmiş bildiğiniz bir kaput var. Gurbet, insana bir kaputu bile sevdiriyor.
Soba harlandı nihayet. Gürül gürül yanıyor. Kemiklerim ısınıyor. Ekmeği sobanın üstüne koyunca nar gibi kızarır şimdi mübarek. Köyde olsam anamın tereyağını, reçelini de sürerdim... Gurbet elde neyse ki sütümüz var, sıcacık dumanı da tütüyor. Zeytini de katık ettik miydi…
Apartmanımız üç katlı, elemtere keyfeyle duruyor ayakta. Biz, onun ilave çatı katında kiracıyız. Şuraya verdiğimiz kira, gurbette olma suçumuza karşın ödediğimiz kefalet ücreti gibi.
Özgürlüğün bedeli ağır!
Orta katta zabıta emeklisi Ali Seyit Emmi oturuyor. Zabıtaları oldum olası sevmem. Benim gözümde onlar, insana dünyayı zindan eden açık hava gardiyanlarıdır.
Ali Seyit Emmi’nin cumbasından etrafı seyrederken üzerinde bir halkı selamlama edası vardır. Ali Seyit Emmi’nin kimi kimsesi yok. Bizim delikanlı onun gibiler yalnız yaşar, der. Onun gibiler kimlerse artık.
Seyit Emmi, bazen kendinden o da sıkılıyor olacak, sessizliği bir türkü ile bölüyordu. Söylediği türkü, bir televizyon yayını sırasında, voltaj inip çıktıkça çıkan cızırtı gibi sesinin arasından sızıyor. Ne sesi, resmen homurtu! Ali Seyit Emmi’nin repertuarı bu türkü ile sınırlı. Hatta türkünün bir kısmıyla demeli…
“N'oldu sana, duruldun mu?
Seve seve yoruldun mu?..”
Bizim delikanlı ile akşamları Ali Seyit Emmi’den çok konuşurduk. Onun âşık olabileceğini düşünemezdi bizimkisi. Ne garip, kötüler de sevebiliyor, bizim türkülerimizi söylüyor, derdi.
Güzel şeyleri iyiler sahiplenir. Çirkinlikler kötülerin malıdır.
Ali Seyit Emmi’nin memlekete, millete en büyük hizmeti, evin önündeki park yapılmaz levhası… Oraya da kendi aracını park ediyor zâr!
İstanbul, şu park yapılmaz tabelalarına “aramıza hoş geldin” yazılsa yaşanacak yer doğrusu.
Nerede kaldı bizimkisi? Nefes nefese çıkıyor merdivenlerden.
Gömleği esen rüzgâra takılınca bir koşu aşağı inmiş.  Neyse ki onu tekrar yıkamak zorunda kalmayacak. Ali Seyit Emmi’nin tabelasının üstüne düşmüş. Almasaydın keşke, dedim. Gömleğin örtseydi üstünü, ebediyen.

Sofra hazır mı?
Hazır dedim, hazır…
Biz kahvaltı ederken, sobaya yanaştırdığı sandalyeye asılan gömlek de çözülüyordu.
Birkaç lokmadan sonra:
Ağabey, akşama yine geç mi gelirsin, dedi.
Ekmeğin üstüne sürdüğüm yağ gibi eridim. Bazen birinin sizi sevdiğini, aradığını hissetmeniz bile yetiyor.
Hayırdır inşallah, dedim.
Yoo öylesine sordum, dedi.
Ben de öylesine sustum.
Daha sonra konuştuklarımız bu suskunluğun üzerine döşenen yığma tuğlalardan farksızdı.
Çabucak kahvaltımızı yaptık.
O derse gitmek, ben de işe yetişmek için acele ediyorduk.
Çoktan aşağı inmiş, Ali Seyit Emmi’nin otomobilinin önünde bizimkini bekliyordum. Yine gecikti.
Niye geciktiği paldır küldür indikten sonra elinde tuttuğu düğmeden anlaşılmıştı. Yolda terzi vardı, firari düğmeyi orada diktirecekti.
Bizimkinin gürültüsünden uyanmış olacak, Ali Seyit Emmi de camdan söyleniyordu. Söylenmiyor, köpürüyordu.
Bu apartmana ilk geldiğimizde, ondan çok korkardık. Bu yüzden, söylediklerine, sesindeki iniş çıkışlara varıncaya kadar yaklaşırdık da yine de bazılarını yanlış anlamaktan veya hiç anlamamaktan kurtulamazdık. O ise bizim pürdikkat hâlimizden âdeta haz alır, sesini dalgalandıracak en ufak nefesi esirgemezdi. Şimdi, bizimkinin gürültüsünden her ne kadar rahatsız olmuşsa da, bizimle keşfettiği oyunu oynamaktan geri durmayacaktı. Söylenmelerini, misinaya bağladığı yem gibi yaşam alanımıza fırlatıyordu. Onu duymuyorduk. Onu öyle duymaz olmuştuk ki, uzun süredir onun taklidini yapıp gülmez olmuştuk.
Bizimki yürü ağabey, yakalanmayalım şuna, deyip duruyordu.
Kısa bir duraksamadan sonra, beni sürükleyebildi peşinden.
Sürükledi ama bu sefer Ali Seyit Emmi’yi duymamı engelleyememişti.
Açık hava gardiyanı delirmişti âdeta. Bu sefer farklıydı, otomobilini gösterip bir şeyler diyordu. Döndüm, arabaya iyice yaklaştım, Ali Seyit Emmi’yi çılgına çeviren yazıyı arabanın kaputunun üzerinde gördüm:
“N'oldu sana duruldun mu?
Seve seve yoruldun mu?..”
Çehrem öyle sanıyorum, bizimkine döndüğünde ayçiçeği gibi açılmıştı.
Şu sabahın kasveti ne zaman, nasıl dağılmıştı öyle!
Ona değil de bizimkine söyledim:
“Gurbet, insana bir kaputu bile sevdiriyor.”

6 Nisan 2015 Pazartesi

“sana yol görünüyor”


Zafer Özdemir

Kral Abdullah’ın[1] 48 uçakla seyahat ettiği söyleniyor. Benim o kadar uçakla gitmek istediğim tek yer kalbim olurdu. Ne ki krallar gibi kalbe gitmesi için insanın değil 48, tek bir uçağa bile ihtiyacı yoktur.
İnsanın kendi içine, yüreğine doğru yapacağı yolculuklar günümüzde bir melodrama maruz bırakılmış görünüyor. Melodram için “dramın karikatürleştirilmiş biçimi” denir. İnsanın kendine yolculuğunun pekâlâ acıklı bir yanının bulunduğunu kabul etmek gerekir. Ancak dram abartılırsa, melodram dediğimiz suniliğe de dönüşebilir bu.[2]
Zamanenin gösterdiği: Yaşadığı boğaz enfeksiyonunu bir salgın hastalık gibi sunma becerisi!
Belki de bu yüzden güngörmüş yetişkinler, kalpten söz eden günümüz gençlerini acılar içinde izliyorlar.
Bütün gençleri daha baştan suçlamak haksızlık olur elbette. Ancak onların çok azı, ilerleyen bilim sayesinde uzayın derinliklerine vâkıf olurken ‘kendi gibi olmak’tan uzaklaşmadılar.
Uzaklaşmanın binbir türlüsü var. Biri de şu:
Eski bir fotoğraf, bir hatıra, geçmişteki bir olay cilalı bir şekilde yeniden sunularak… Bunun için “throwback”  tabiri kullanılıyor. “Hey gidi günler”in afili söylenişi “throwback” şeklinde oluyormuş.
Toplumsal tarihinden utananların (dolayısıyla uzaklaşanların) parlak bir kişisel geçmişe sahip olmak için sarf ettikleri çaba ironik değil mi?
Bu komediyi pazarlamak için bize kişisel gelişim diye bir zoka yutturdular. Kişisel gelişim, sebze ve meyvelerin üzerini kaplayarak onlara parlaklık veren ve raf ömrünü uzatan kimyasal madde parafin gibi bir şey.
Kelime  “throw back” olarak ayrı yazılırsa “ilerlemesini engellemek” demek.
Her şey açık değil mi:
İnsanın kendine doğru yöneliminin önünde engel olarak afili bir tarzla “hey gidi günler” diyerek avunması yatıyor!
Komediyi pazarlamanın bir başka yolu da parodi yapmak… Sosyal medyada yapılan esprilerin altındaki zekâyı küçümsemiyorum; ancak  parçası olduğu kültürün perde arkasındaki büyük ekonominin varlığını da unutmamalı. Instagram, Twitter, Facebook’ta paylaşılan her esprinin bu mecraların borsadaki durumuna katkısı var. Kötü esprinin de elbette…
Parodi, gerçeğin mizahi yolla taklit edilmesi, alaya alınmasıdır. İnsanın iç yolculuğu ile alay edilmesi ironik bir biçimde bu yola başvuranın kendine yabancılığını yansıtır.
Yunus Emre’nin “göçtü kervan kaldık dağlar başında” dizesini fal yorumlar gibi “sana yol görünüyor” şeklinde yorumlayan kişinin yaşadığı yabancılaşma değil midir?
Ah şu zamane gençleri, sırf ünlü olabilmek için Artemis tapınağını yakan Yunanlı Herostratus gibi itibarlarını hiçe saymayı nasıl da deniyorlar!

“aheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın”
İnsan, bir yolculuğa çıkınca, okuduğu kitapların tedailerle (çağrışım) olsun hatırına gelmesini ister. Bilhassa da şiirlerin… Şiir, gezginlere yol azığıdır. Seyyahlar: “Gelin ey ehl-i hakikat, çıkalım dünyadan/ Gayr yerler gezelim özge sefalar sürelim” diyen Fuzuli gibidir. Gördükleri, içinde yaşadıkları geçici dünyayı gerçek hayatın önünde perde görürler. Her adımda o âleme adım atmak isterler. Bazı batinî şairler ise harflerin oluşturduğu gökyüzünün altında yolculuk yaptıklarını hayal eder.
Esma-i İlahiyyede bî-had hünerim var/ Her demde semavat-ı hurufa seferim var
(Niyazi-i Mısrî)
Mehmet Akif’in şiiri, bütün gerçekliğiyle yirminci asrın başındaki Osmanlı ve İstanbul’u gezer, anlatır. Şehir, mahalle, sokak, mahalledeki kahve, kahvedeki insanlar, ahşap ev ve bu hanede yaşayanlar, sokaktaki satıcı... Hepsi M. Âkif’in tarassutu[3] (gözetleme) altındadır.  M. Âkif’in bakışları karanlık bir nokta bırakmamacasına baktığı yeri aydınlatan bir projeksiyon ışığı saçar.
Şairler ütopik dünyalar kurmayı severler. Tevfik Fikret Ömr-i Muhayyel’de sadece sevgilisiyle yaşayacağı iki kişilik bir dünyayı arar. Ahmet Haşim’in O Belde’si de muhayyel bir şiir beldesidir. 
Yahya Kemal de Osmanlı kültürünü, İstanbul’u “Kendi Gökkubbemiz” altında şiirleriyle gezen bir seyyahtır. Şairlerin seyahati hayalî de olsa gerçeklerden izler taşır. Tarih kitaplarının anlatamadığını şiirler duyumsatır. Yahya Kemal, Osmanlı’nın kültürüne, hamasetine (kahramanlık) hayrandır. Gerçeği, bu hayranlığın doğurduğu bir çeşit çarpıtmayla izlemekten zevk de duyar.
“Ruh, ufuksuz yaşamaz”[4] diyen şair her an seyahattedir. “Ufuklar” şiirinde dağlar ufkunda heybeti, ova ufkunda huzuru, deniz ufkunda teselliyi görür. Annesinin bakışları şairin bir başka ufkudur. Yahya Kemal’in yolu uzun ve güzel bir masala benzer[5]. Ruhu gezgin bir kuşa benzeterek, onun kıyısız bir denizde, konmadan uçtuğunu söyler. Onun yolculuğu sessiz ve derindir. Bu yüzden “aheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın” demektedir.
Yahya Kemal, şiirlerinde, şiirsel seyahatinde zaman zaman ölüm ve yok olma korkusunu yansıtsa da üstadı Baudelaire gibi “kötümserlik” içinde değildir. Baudelaire, şiirsel yolculuğunda bindiği gemisine “ölüm”ü kaptan olarak seçer; “Ey ölüm, koca kaptan, demir alalım! Haydi!”. Baudelaire, Yolculuk adını verdiği şiirinde “Acı bilgi, yolculuk ile sağlanan bilgi!”dir derken ıstırap çeken bir ruh hâlini yansıtır. Baudelaire’in şiirsel yolculuklarında, kitabına adını verdiği Kötülük Çiçekleri açar.
Necip Fazıl ise Kaldırımlar’da başladığı yolculuğunu “gaiblere” taşımak ister. Onun seferi “sonsuza varmak” içindir. Şiirlerle çıktığı yolculuğunda Sezai Karakoç’un refiki ise (dost, arkadaş) “Hızır”dır.
Şairler kelimelerle yolculuk eden seyyahlardır. Şairlerin gözleri kelimeler, imgelerdir. Hayalse görüneni farklı görmek isteyen seyyahların şiiridir.





[1] Suudi Arabistan'ın Mekke şehrindeki kutsal topraklarda Osmanlı'dan kalan tek eser olan Ecyad Kalesi’ni 2002 yılında buldozerlerle yıktırdı. Yüzlerce yıllık geçmişi olan ve 1600'lü yılların sonunda Türkler tarafından baştan aşağı yeniden inşa ettirilen kale, Arap yarımadasının elimizden çıktığı Birinci Dünya Savaşı'na kadar Türk garnizonu olarak kullanılmıştı.
[2] Bizde acıklı anlamına gelen “dram” Ermenice “para” anlamına geliyormuş. Acılarımızı ne yaptıklarını görüyor musunuz! 

[3] Tarassut, ‘gözlemevi’ anlamına gelen “rasathane” kelimesi ile aynı kökten geliyor.
[4] Ufuklar
[5] Deniz Türküsü