22 Eylül 2015 Salı

KAPUT

hikâye

Zafer Özdemir

Soğuk, kasvetli bir gün…
Kendime acıyarak uyandım. Karamsarlık, denizin ortasındaki gemi gibi demirledi içime.
Mahallelinin laflamak için bile yanaşmadığı, korunaksız bir tarihî çeşme gibi duruyorum. Biri suyumu getirse, diğerleri şenlendirse etrafımı… Korna sesleri yükselen uğultuda iyice karamsarlığın içine çekiyor beni.
Neyse ki nazarlarım bağlı değil. Puslu havada bakışlarım, el verdiğince ufka değin yol alabiliyor.
Bizimkini duyuyorum, ayak sürüme sesleri geliyor. Erkenden kalkmış, akşamdan astığı çamaşırları yokluyor, kurudu mu diye… Çatıda ipe bir mandalla tutuşturulan, ceketi değil sanki gurbetlik duyguları; pantolonu değil de fakirliği, gömleği değil sılası… Elbiselerini değil duygularını kurutuyordu âdeta.
Onu hissedince içim açılıyor.
Tuhaf çocuk!

Sabahtan yağan kırağı en çok sevdiği kareli gömleğine herhâlde iltimas geçmemiştir. Gençler zevkli giyinir derler, bizimkinin gönlündeyse kırağıdan sebep kaskatı kesilmiş bildiğiniz bir kaput var. Gurbet, insana bir kaputu bile sevdiriyor.
Soba harlandı nihayet. Gürül gürül yanıyor. Kemiklerim ısınıyor. Ekmeği sobanın üstüne koyunca nar gibi kızarır şimdi mübarek. Köyde olsam anamın tereyağını, reçelini de sürerdim... Gurbet elde neyse ki sütümüz var, sıcacık dumanı da tütüyor. Zeytini de katık ettik miydi…
Apartmanımız üç katlı, elemtere keyfeyle duruyor ayakta. Biz, onun ilave çatı katında kiracıyız. Şuraya verdiğimiz kira, gurbette olma suçumuza karşın ödediğimiz kefalet ücreti gibi.
Özgürlüğün bedeli ağır!
Orta katta zabıta emeklisi Ali Seyit Emmi oturuyor. Zabıtaları oldum olası sevmem. Benim gözümde onlar, insana dünyayı zindan eden açık hava gardiyanlarıdır.
Ali Seyit Emmi’nin cumbasından etrafı seyrederken üzerinde bir halkı selamlama edası vardır. Ali Seyit Emmi’nin kimi kimsesi yok. Bizim delikanlı onun gibiler yalnız yaşar, der. Onun gibiler kimlerse artık.
Seyit Emmi, bazen kendinden o da sıkılıyor olacak, sessizliği bir türkü ile bölüyordu. Söylediği türkü, bir televizyon yayını sırasında, voltaj inip çıktıkça çıkan cızırtı gibi sesinin arasından sızıyor. Ne sesi, resmen homurtu! Ali Seyit Emmi’nin repertuarı bu türkü ile sınırlı. Hatta türkünün bir kısmıyla demeli…
“N'oldu sana, duruldun mu?
Seve seve yoruldun mu?..”
Bizim delikanlı ile akşamları Ali Seyit Emmi’den çok konuşurduk. Onun âşık olabileceğini düşünemezdi bizimkisi. Ne garip, kötüler de sevebiliyor, bizim türkülerimizi söylüyor, derdi.
Güzel şeyleri iyiler sahiplenir. Çirkinlikler kötülerin malıdır.
Ali Seyit Emmi’nin memlekete, millete en büyük hizmeti, evin önündeki park yapılmaz levhası… Oraya da kendi aracını park ediyor zâr!
İstanbul, şu park yapılmaz tabelalarına “aramıza hoş geldin” yazılsa yaşanacak yer doğrusu.
Nerede kaldı bizimkisi? Nefes nefese çıkıyor merdivenlerden.
Gömleği esen rüzgâra takılınca bir koşu aşağı inmiş.  Neyse ki onu tekrar yıkamak zorunda kalmayacak. Ali Seyit Emmi’nin tabelasının üstüne düşmüş. Almasaydın keşke, dedim. Gömleğin örtseydi üstünü, ebediyen.

Sofra hazır mı?
Hazır dedim, hazır…
Biz kahvaltı ederken, sobaya yanaştırdığı sandalyeye asılan gömlek de çözülüyordu.
Birkaç lokmadan sonra:
Ağabey, akşama yine geç mi gelirsin, dedi.
Ekmeğin üstüne sürdüğüm yağ gibi eridim. Bazen birinin sizi sevdiğini, aradığını hissetmeniz bile yetiyor.
Hayırdır inşallah, dedim.
Yoo öylesine sordum, dedi.
Ben de öylesine sustum.
Daha sonra konuştuklarımız bu suskunluğun üzerine döşenen yığma tuğlalardan farksızdı.
Çabucak kahvaltımızı yaptık.
O derse gitmek, ben de işe yetişmek için acele ediyorduk.
Çoktan aşağı inmiş, Ali Seyit Emmi’nin otomobilinin önünde bizimkini bekliyordum. Yine gecikti.
Niye geciktiği paldır küldür indikten sonra elinde tuttuğu düğmeden anlaşılmıştı. Yolda terzi vardı, firari düğmeyi orada diktirecekti.
Bizimkinin gürültüsünden uyanmış olacak, Ali Seyit Emmi de camdan söyleniyordu. Söylenmiyor, köpürüyordu.
Bu apartmana ilk geldiğimizde, ondan çok korkardık. Bu yüzden, söylediklerine, sesindeki iniş çıkışlara varıncaya kadar yaklaşırdık da yine de bazılarını yanlış anlamaktan veya hiç anlamamaktan kurtulamazdık. O ise bizim pürdikkat hâlimizden âdeta haz alır, sesini dalgalandıracak en ufak nefesi esirgemezdi. Şimdi, bizimkinin gürültüsünden her ne kadar rahatsız olmuşsa da, bizimle keşfettiği oyunu oynamaktan geri durmayacaktı. Söylenmelerini, misinaya bağladığı yem gibi yaşam alanımıza fırlatıyordu. Onu duymuyorduk. Onu öyle duymaz olmuştuk ki, uzun süredir onun taklidini yapıp gülmez olmuştuk.
Bizimki yürü ağabey, yakalanmayalım şuna, deyip duruyordu.
Kısa bir duraksamadan sonra, beni sürükleyebildi peşinden.
Sürükledi ama bu sefer Ali Seyit Emmi’yi duymamı engelleyememişti.
Açık hava gardiyanı delirmişti âdeta. Bu sefer farklıydı, otomobilini gösterip bir şeyler diyordu. Döndüm, arabaya iyice yaklaştım, Ali Seyit Emmi’yi çılgına çeviren yazıyı arabanın kaputunun üzerinde gördüm:
“N'oldu sana duruldun mu?
Seve seve yoruldun mu?..”
Çehrem öyle sanıyorum, bizimkine döndüğünde ayçiçeği gibi açılmıştı.
Şu sabahın kasveti ne zaman, nasıl dağılmıştı öyle!
Ona değil de bizimkine söyledim:
“Gurbet, insana bir kaputu bile sevdiriyor.”

6 Nisan 2015 Pazartesi

“sana yol görünüyor”


Zafer Özdemir

Kral Abdullah’ın[1] 48 uçakla seyahat ettiği söyleniyor. Benim o kadar uçakla gitmek istediğim tek yer kalbim olurdu. Ne ki krallar gibi kalbe gitmesi için insanın değil 48, tek bir uçağa bile ihtiyacı yoktur.
İnsanın kendi içine, yüreğine doğru yapacağı yolculuklar günümüzde bir melodrama maruz bırakılmış görünüyor. Melodram için “dramın karikatürleştirilmiş biçimi” denir. İnsanın kendine yolculuğunun pekâlâ acıklı bir yanının bulunduğunu kabul etmek gerekir. Ancak dram abartılırsa, melodram dediğimiz suniliğe de dönüşebilir bu.[2]
Zamanenin gösterdiği: Yaşadığı boğaz enfeksiyonunu bir salgın hastalık gibi sunma becerisi!
Belki de bu yüzden güngörmüş yetişkinler, kalpten söz eden günümüz gençlerini acılar içinde izliyorlar.
Bütün gençleri daha baştan suçlamak haksızlık olur elbette. Ancak onların çok azı, ilerleyen bilim sayesinde uzayın derinliklerine vâkıf olurken ‘kendi gibi olmak’tan uzaklaşmadılar.
Uzaklaşmanın binbir türlüsü var. Biri de şu:
Eski bir fotoğraf, bir hatıra, geçmişteki bir olay cilalı bir şekilde yeniden sunularak… Bunun için “throwback”  tabiri kullanılıyor. “Hey gidi günler”in afili söylenişi “throwback” şeklinde oluyormuş.
Toplumsal tarihinden utananların (dolayısıyla uzaklaşanların) parlak bir kişisel geçmişe sahip olmak için sarf ettikleri çaba ironik değil mi?
Bu komediyi pazarlamak için bize kişisel gelişim diye bir zoka yutturdular. Kişisel gelişim, sebze ve meyvelerin üzerini kaplayarak onlara parlaklık veren ve raf ömrünü uzatan kimyasal madde parafin gibi bir şey.
Kelime  “throw back” olarak ayrı yazılırsa “ilerlemesini engellemek” demek.
Her şey açık değil mi:
İnsanın kendine doğru yöneliminin önünde engel olarak afili bir tarzla “hey gidi günler” diyerek avunması yatıyor!
Komediyi pazarlamanın bir başka yolu da parodi yapmak… Sosyal medyada yapılan esprilerin altındaki zekâyı küçümsemiyorum; ancak  parçası olduğu kültürün perde arkasındaki büyük ekonominin varlığını da unutmamalı. Instagram, Twitter, Facebook’ta paylaşılan her esprinin bu mecraların borsadaki durumuna katkısı var. Kötü esprinin de elbette…
Parodi, gerçeğin mizahi yolla taklit edilmesi, alaya alınmasıdır. İnsanın iç yolculuğu ile alay edilmesi ironik bir biçimde bu yola başvuranın kendine yabancılığını yansıtır.
Yunus Emre’nin “göçtü kervan kaldık dağlar başında” dizesini fal yorumlar gibi “sana yol görünüyor” şeklinde yorumlayan kişinin yaşadığı yabancılaşma değil midir?
Ah şu zamane gençleri, sırf ünlü olabilmek için Artemis tapınağını yakan Yunanlı Herostratus gibi itibarlarını hiçe saymayı nasıl da deniyorlar!

“aheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın”
İnsan, bir yolculuğa çıkınca, okuduğu kitapların tedailerle (çağrışım) olsun hatırına gelmesini ister. Bilhassa da şiirlerin… Şiir, gezginlere yol azığıdır. Seyyahlar: “Gelin ey ehl-i hakikat, çıkalım dünyadan/ Gayr yerler gezelim özge sefalar sürelim” diyen Fuzuli gibidir. Gördükleri, içinde yaşadıkları geçici dünyayı gerçek hayatın önünde perde görürler. Her adımda o âleme adım atmak isterler. Bazı batinî şairler ise harflerin oluşturduğu gökyüzünün altında yolculuk yaptıklarını hayal eder.
Esma-i İlahiyyede bî-had hünerim var/ Her demde semavat-ı hurufa seferim var
(Niyazi-i Mısrî)
Mehmet Akif’in şiiri, bütün gerçekliğiyle yirminci asrın başındaki Osmanlı ve İstanbul’u gezer, anlatır. Şehir, mahalle, sokak, mahalledeki kahve, kahvedeki insanlar, ahşap ev ve bu hanede yaşayanlar, sokaktaki satıcı... Hepsi M. Âkif’in tarassutu[3] (gözetleme) altındadır.  M. Âkif’in bakışları karanlık bir nokta bırakmamacasına baktığı yeri aydınlatan bir projeksiyon ışığı saçar.
Şairler ütopik dünyalar kurmayı severler. Tevfik Fikret Ömr-i Muhayyel’de sadece sevgilisiyle yaşayacağı iki kişilik bir dünyayı arar. Ahmet Haşim’in O Belde’si de muhayyel bir şiir beldesidir. 
Yahya Kemal de Osmanlı kültürünü, İstanbul’u “Kendi Gökkubbemiz” altında şiirleriyle gezen bir seyyahtır. Şairlerin seyahati hayalî de olsa gerçeklerden izler taşır. Tarih kitaplarının anlatamadığını şiirler duyumsatır. Yahya Kemal, Osmanlı’nın kültürüne, hamasetine (kahramanlık) hayrandır. Gerçeği, bu hayranlığın doğurduğu bir çeşit çarpıtmayla izlemekten zevk de duyar.
“Ruh, ufuksuz yaşamaz”[4] diyen şair her an seyahattedir. “Ufuklar” şiirinde dağlar ufkunda heybeti, ova ufkunda huzuru, deniz ufkunda teselliyi görür. Annesinin bakışları şairin bir başka ufkudur. Yahya Kemal’in yolu uzun ve güzel bir masala benzer[5]. Ruhu gezgin bir kuşa benzeterek, onun kıyısız bir denizde, konmadan uçtuğunu söyler. Onun yolculuğu sessiz ve derindir. Bu yüzden “aheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın” demektedir.
Yahya Kemal, şiirlerinde, şiirsel seyahatinde zaman zaman ölüm ve yok olma korkusunu yansıtsa da üstadı Baudelaire gibi “kötümserlik” içinde değildir. Baudelaire, şiirsel yolculuğunda bindiği gemisine “ölüm”ü kaptan olarak seçer; “Ey ölüm, koca kaptan, demir alalım! Haydi!”. Baudelaire, Yolculuk adını verdiği şiirinde “Acı bilgi, yolculuk ile sağlanan bilgi!”dir derken ıstırap çeken bir ruh hâlini yansıtır. Baudelaire’in şiirsel yolculuklarında, kitabına adını verdiği Kötülük Çiçekleri açar.
Necip Fazıl ise Kaldırımlar’da başladığı yolculuğunu “gaiblere” taşımak ister. Onun seferi “sonsuza varmak” içindir. Şiirlerle çıktığı yolculuğunda Sezai Karakoç’un refiki ise (dost, arkadaş) “Hızır”dır.
Şairler kelimelerle yolculuk eden seyyahlardır. Şairlerin gözleri kelimeler, imgelerdir. Hayalse görüneni farklı görmek isteyen seyyahların şiiridir.





[1] Suudi Arabistan'ın Mekke şehrindeki kutsal topraklarda Osmanlı'dan kalan tek eser olan Ecyad Kalesi’ni 2002 yılında buldozerlerle yıktırdı. Yüzlerce yıllık geçmişi olan ve 1600'lü yılların sonunda Türkler tarafından baştan aşağı yeniden inşa ettirilen kale, Arap yarımadasının elimizden çıktığı Birinci Dünya Savaşı'na kadar Türk garnizonu olarak kullanılmıştı.
[2] Bizde acıklı anlamına gelen “dram” Ermenice “para” anlamına geliyormuş. Acılarımızı ne yaptıklarını görüyor musunuz! 

[3] Tarassut, ‘gözlemevi’ anlamına gelen “rasathane” kelimesi ile aynı kökten geliyor.
[4] Ufuklar
[5] Deniz Türküsü

6 Mart 2014 Perşembe

Bir bahar çarpıntısı


06.03.2014
Bugün çok güzel bir güne uyandık, hava pırıl pırıl. Birkaç hafta önce açmaya başlayan erik çiçeklerine başka başka ağaç ve çiçekler eşlik etmiş, bugün daha net gördük.
Bir bahar çarpıntısına maruz kalmayın diye bu güzellemeye devam etmiyorum. Benim bahar çarpıntım da inanın bir iki cümleyle sınırlı kaldı. Haberleri açtığımda gördüğüm Ukraynalı kızın yardım çağrısı beni dehşete düşürmüştü zira. 

Elinde “save us” (bizi koru) yazılı pankartla ABD büyükelçiliği önünde bekleyen bu kızın bir Ukraynalı değil bir Türkiye vatandaşı ve Kiev'de değil İstanbul'da yaşıyor olabileceği geldi aklıma. Bu kızın; ülkesinin bağımsızlığı için hiçbir şey yapmayan ama "bireysel özgürlüğü" için her şeyi yapmaya ve başta ülkesini Batılalara teslim etmeye hazır bir görüntü sergilediğini hissettim. Böyle hissettim çünkü, Ukrayna tamamı uluslar arası şirketlerce sürülen, ekilen biçilen dolayısıyla sömürülen bir tarım ülkesiydi. Yakın zamanda AB'ye giremeyen Ukrayna'da tehlikeye giren bir şey varsa Batılıların gözünde bu durum olabilirdi mesela. Haberde, Ukraynalıların daha acınası ifadelerle yakardıkları bilgisi vardı: “lütfen bizi kurtar” gibi. AB  ve ABD bu süre içinde Ukrayna'dan aldıklarına karşın bu kızlara ne vermişti de bu kızcağızlar bu sömürü çarkını teğet geçebilmişti? Bu kızlarda AB ve ABD’nin "save" etmesi gereken ne vardı? Fotoğrafta gördüğüm; eve hırsızları davet eden ailenin şımarık kızından başkası değildi.
Evimiz Türkiye ve bizdeki benzerleri geldi aklıma. Bizde de örneğin, Twitter'da rt / Facebook'ta beğeni almak adına “önüne geleni karalama hakkı”nın engellenmemesi için  AB ve ABD'den yardım isteyebilecek benzerleri... 
Beni bahar sarhoşluğundan alıkoyan bir başka haberi Twitter’dan öğrendim. 4 yıl önce polisin işkencesinden kurtulduktan sonra yaşadığı muhtemel travmanın etkisiyle intihar eden birinin annesi tam da bu sabah canına kıymıştı. Ülkede kimliği ne olursa olsun bazı insanların canının bazılarından daha kıymetsiz olduğunun altını çiziyordu bu haber.
Altını çiziyordu, dedim; maalesef durum birçokları için bundan ibaret. Artık her şeyi masa ve klavye başında hisseden yaşayan insanlar olarak acaba hesap günü karşılaştığımız zulümler karşısında sessiz kalışımızın mazereti olarak "ben de zulmün altını çizdim” dememiz ciddiye alınır mı, dersiniz? 
Bugün çok güzel bir güne uyandık, hava pırıl pırıldı. Aynı gök altında başka bir yandaysa, özgürlüğüne dilenerek kavuşmak isteyenlerle bazı canların bazı canlardan daha değerli olmaması gerektiğini canlarına kıyarak göstermeye çalışanlar vardı. Bir de bunların altını çizmekle yetinenler…

Hâsılı kelam, yaşayamadığımız bir bahar sarhoşluğu saklı kaldı.

14 Şubat 2014 Cuma

Dünyanın Kaçak Yolcuları: Çocuklar Mevlâna İdris ile Söyleşi


Zafer Özdemir

Yazarlık hayatınızı göz önünde bulundurduğunuzda çocuklar için yazmak süreç içinde hangi anlamları kazandı ya da farklı anlamları kazandı mı?
Yazarken zihinsel olarak ilerlemeler, sıçramalar oluyor kuşkusuz. Yazarken okur için değil, okurdan çok önce kendiniz için ve kendi içinizde keşifler oluyor. Ama sadece bu değil, içe göçmeler, çökmeler de mümkün. Çocuklar için yazarken bir farklılık olarak ufukta umut ve neş'e var çoğunlukla. Ama hep değil. Acı o alanda da var. Bazan bunun daha kesif olduğunu söylemek de mümkün. Ama işte çocukluk hep cennete daha yakın bir yer olduğu için oradaki acılar bile nasıl diyeyim, başka, büyülü bir dünyaya ait acılar gibi. Ama büyükler, çocukların da tıpkı yetişkinler gibi acı çekmesi için, o alanı büyüklere mahsus acı araç-gereçleriyle doldurmanın bir yolunu buluyorlar.

Çocukların teknoloji karşısında, okulda, şehir hayatı içinde karşılaştığı sorunlar artarak büyüyor gibi... Çocuk olmak zorlaşıyor mu? Günümüzde çocuk olmak nedir?
Çocuğun zamandan bağımsız kendi gerçekliği var. Çocuk her yerde ve her zamanda kendi doğası içinde çocuk. Ama çevresindeki plastik dünya geniş ya da dar olabilir, o ayrı bir bahis. Modern yaşama biçimleri ve buna bağlı sorunlar, aslında büyüklerin sorunu, ama ister istemez çocuğa da bulaşıyor. Sıkıştırılmış ve artık yaygınlaşmış kent hayatı, çocuk bilincinin ve pratiğinin gereklilikleriyle çoğu zaman örtüşmüyor ve onu kısıtlıyor. Ama burada bile çocuklar çocukça çıkışlarla kendilerine çocuksu alanlar açmayı çoğu zaman bize rağmen başarıyorlar. 
Bununla birlikte dijital dünyanın aşırı konforu, çocukları da edilgin bir çerçeve içine 'kendiliğinden' hapsediyor. Dünyanın her yanında, özellikle de metropollerde muhtelif çaptaki ekranlar karşısında 'büyülenmiş' gibi duran çocuk fotoğrafları bol miktarda bulunuyor. Bunun bir üst versiyonu gençler arasındaki 'sosyal medya' tutkunluğu. Bu yeni yaşama biçiminin kesin sonuçları hakkında konuşmak için henüz erken. Bu türde bir varolma biçimi bireysel ve toplumsal alanlarda hangi yıkıcı ya da yapıcı sonuçlara yol açacak, bu henüz tam anlamıyla bilinmiyor. Bir de dijital teknolojinin kendini sürekli yenileme hâli var tabii. Öyle ki gençler bile bu hıza ayak uydurmakta güçlük çekiyor. Bekleyelim, göreceğiz.


Kardan Tavşan kitabınızda çocuklar kardan adam değil de kardan bir tavşan yapıyorlar. Bu durum yetişkinlerin zihin ezberlerini bozuyor. Buradan hareketle yetişkinlerin çocuk dünyasına ilişkin ezberleri hakkında ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum?
Biliyorsunuz toplumu, 'içinde yetişkin denilen canlıların bulunduğu bir cehennem' olarak niteleyen yazarlar var. Olup bitenleri gözden geçirdiğinizde zaman zaman bu tanıma hak vermek şaşırtıcı değil. Evet, büyükler formatlanmış, dolayısıyla kimi iyi ve kötü ezberleri bulunan acayip adamlar, adamlarımız. Çocuklarsa bu dünyanın süper kaçak yolcuları. Ama eninde sonunda yakalanıp formatlanıyorlar, o ayrı. İşte çocuklar henüz 'büyümeden' büyüklerin mantık dizgesini dumura uğratan, sizin tanımınızla onların ezberini bozan şeyleri hep yaptılar, yapıyorlar, yapacaklar.
Kardan Tavşan son yazdığım masallardan biriydi. Ama çocuklar o gün sadece kardan tavşan yapmakla kalmayıp, bu tavşan için kardan bir dünya kuruyorlar ve işi kardan pazartesi yapmaya kadar vardırıyorlar. İşte bunun tümüyle bir çocuk paradigması olduğunu düşünüyorum. Zamanı bile kendi bakış açılarıyla inşâ eden bir mantık.
Büyükler acayip adamlar demiştim, yine diyorum. Çünkü büyükler, büyüdükten sonra bir zamanlar içinden geçtikleri bu çok özel durağı unutmuş gibi yapıyorlar, hatta unutuyorlar. Büyüyüp dünyaya daldıklarında, çocukken yaşadıkları o özel zamanın içindeki özel varolma ve düşünme biçimlerinin uzağında ve bazan karşısında konumlanıyorlar. Bu acı. Ama acı olan bununla sınırlı kalmıyor, artık büyükler çocukları anlamamaya, yapılan çocuklukları hoş görmemeye, onları cezalandırmaya çalışıyorlar. Hay Allah, bu kadar 'büyüyecek' ne vardı ki?


Çocuklar gözünde Mevlana İdris’i anlatan bir kelime, çizim veya tanım nedir? Bu konuda çocuklarla yaşadığınız bir hatıranızı paylaşmak ister misiniz?
Çok hatıra var, beni çok duygulandıran şeyler de var ama sanırım bunlar biraz şahsî şeyler. Şu kadarını söyleyeyim, hiç tanımadığım çocuklarla bile kırk yıllık dostmuşuz gibi bir havada zaman geçiriyoruz. Ülkemizin ya da dünyanın çeşitli yerlerindeki çocuk buluşmalarımızda şenlikli bir alış-verişte bulunuyoruz. Anlaşıyoruz yani, bu da az şey değil. 
Bir araya gelip edebiyatla ilgili çalışmalar yaptığımız birden fazla çocuk grupları da var. Onlarla karşılıklı çocuk mantığını işletip yürümeye başladığımızda, nerelerden geçeceğimizi, nerelere varacağımızı kestirmek gerçekten imkânsız. Bazan birden sınıfa dönüyoruz, rüyalarımızı konuşuyoruz, ucu açık şeylerle geçiyor o anlar.
Yine de hatıra deyince... Bir arkadaşımın kızı Ankara'da, gidip 'babasının arkadaşı' olan Mevlâna'nın kitabı olarak Divan-ı Kebir'i alıp eve götürmüş mesela. İşte bunlar hep çocuk.


Çocuk dünyası imgelerin dünyası… Bir yazar için çocukluğu düşünmenin kazandırdığı zenginlikler nelerdir?
Bitimsiz bir şey bu. Sınırı büyümek maalesef. Çocuklar hiç bir zaman imkânsız şeyleri istemezler. O yüzden çocukların isteği hemen yapılmalı, ama büyümüş ya da büyüklerin çeşitli sakâletleriyle deforme olmuş istekler değil. 
Çocuklar için yazmadan önce çocuklar için düşünmek elzem. Çocuklar için düşünürken de biraz çocuklaşmak, onların baktığı açılardan bakmaya çalışmak gerekiyor. Sonra bu açılardan bakınca görülenleri edebiyat disiplini içinde yazmak, yorumlamak... Sonrası iyilik-sağlık.


Zihninizde yazmayı isteyip de vakit bulamadığınız ya da ileriki dönemlere ertelediğiniz hikâye konuları, temalar, yeni teknik ve arayışlar var mı?
Her zaman oluyor tabii ve şimdi de var. Sanırım her yazının kendine mahsus zamanı var ve o zaman gelmeden önce yazılsa bile yayınlanmıyor, deyip kurtulalım. Yeni teknik arayışlar bâbında ise iki farklı yaklaşım belirdi. Bunlardan biri çok kısa denebilecek öykü tekniği, diğeri ise anlatımda, cümle dizininde mantıksal bir serserilik diyebileceğim bir şey ama bunu metinler yayınlandığında konuşmak lâzım.

Ülkemizde çocuklar için üretilen edebî eserleri sayıca ve içerikçe yeterli buluyor musunuz? Konuyla ilgili olumlu ve olumsuz tespitlerinizi paylaşır mısınız?
Ülkemizde artık çok sayıda kitap yayınlanıyor. Bunların bir kısmı ticarî kaygılarla olsa da, çocuk edebiyatı alanı diyelim bir yirmi yıl öncesine göre nitelik ve nicelik açısından oldukça iyi durumda. Dünya çocuk edebiyatından iyi tercümelerin yayını bir kaç yayınevi tarafından devam ediyor, bu önemli. 
Çocuklar için yazan/yazmaya heves eden herkes bu işin çocukça bir iş olmadığını biliyor/bilmeli. Edebiyat disiplini biraz daha damıtılmış olarak çocuklar için yazan herkesi ilgilendiriyor.
Ancak okullarda okutulan/çocuklara almaları yönünde yer yer psikolojik baskı yapılan kitapların seçimi oldukça tuhaf. Bu daha çok pazarlamacı ve okuldaki ilgililer arasında gelişen bir durum. Hastanelere ilaç pazarlaması gibi bir şey maalesef bu alanda da var. Pazarlama gücü yüksek şirketlerin şemsiyesi altındaki yayınevleri ve kitaplar dışındaki kitapların okuldaki çocuğa ulaşma şansı pek yok. Bu da takdir edersiniz ki can sıkıcı bir durum. Burada bir filtre ve seçme mekanizması devreye girmeli ama bu kesinlikle edebiyat ve estetik değer açısından bir tutum olmalı. Yoksa 'çocuğa kitap okutuyoruz işte, daha ne olsun' mantığı sakat.

Genç yazar adaylarına çocuklarla ilgili eserler üretme konusunda neler önerirsiniz?
Ben yalnızca kendime önerme yetkisine sahibim. Kendime de hep şunu derim: Oku oku oku, daha çok oku, hep oku. Ama bundan daha da ilginç olanını yap: Çocukları izle, anlamaya çalış. O dünyada dolaşırken bir büyük olduğunu unut ve mental olarak biraz çocuklaş. Bunu yapamıyorsan bir çay demle ve olup-bitmeyenler üzerine düşün.
Dil ve Edebiyat dergisi Şubat 2014


Çuval


“Van'ın Gürpınar ilçesine bağlı Yalınca Köyü'nde 3 yaşındaki Muharrem, yolların kapalı olması nedeniyle hastaneye götürülemeyince öldü. Aile, bir çuvala koyduğu bebeğin naaşıyla 16 kilometre yolu yürüyerek, sorumlular hakkında suç duyurusunda bulundu.”

Haberde, oğlunun cansız bedenini sırtladığı çuvalda taşıyan babanın, dizlerine kadar gelen karlar içinde yürümeye çalışırkenki hâli arkadan fotoğraflanabilmişti.
Fotoğraflanabilmiş ve öylece servis edilmişti.
İçinde henüz bir “beden” bile olamamış yavrucağız bulunan bu çuvalı sırtlayacağımız, nasılsa, düşünülmüştü!
Güneş sırtımıza her gün yeni yükler yükleyerek doğuyordu nasılsa...
Nasılsa bazı şeyleri kaldırmak için sadece pazılarınızın yetmeyeceğini öğrendiğimiz düşünülmüştü…
Nasılsa bugünlere hazırlıklı olduğumuz varsayılmıştı…

Nasıl da görülmemiş, fark edilmemiş, anlaşılmamıştı hayat karşısında tam bir hazırlıksızlıkla beklediğimiz.
Hayata karşı hiçbir ciddi hazırlığı olmadan çok “profesyonel yaşamcı” görüntülerimizi kadraja aldığımız… Her defasında aslında, hayır ben daha hazır değilim yaşamaya, demiyor muydu “paylaşımlarımız”?
Çocukluğa sığınışımızdan da mı anlaşılmamıştı bazı yükleri kaldıramayacağımız?

Bu çuvalı aklımızın kaldırabileceği nasıl düşünülmüştü!

Aklımızı komplo teorileri ile doldurduğumuzu,
Zihnimizi anlık görüntülere kilitlediğimizi, başkalarının açıklarını bulmaya sevk ettiğimizi,
Hafızamızı kimlik numaraları, banka kartları ve sosyal medya hesaplarının şifreleriyle hapsettiğimizi bilmiyor muydu bu insanlar!

Bu çuvalı taşıyabileceğimiz nasıl düşünüldü!
Midemizi yüksek kalorili genetiği bozulmuş soğuk, sıcak, katı, sıvı, gazla tıka basa doldurduğumuzu
yeteneklerimizi kariyer planlarımıza endekslediğimizi
ve böylece merhamet yollarını tıkadığımızı görmüyor muydu bu insanlar!

Dilimizin afili, ağdalı, bilmiş, bilgiç, havalı, “cool” sözcüklerle ağırlaştığından duaya dönmediğini…
Dilimizin mübalağa, yalan, dedikodu, iftiralarla bilendiğini…


Kahkahalarımızın gözyaşlarını evlerimizden kovduğunu…
Bilmiyor mu bu insanlar!

Yüreğimizin içine, yarım kalmış heveslerimizi, hiç bitmeyen isteklerimizi, didişmelerimizi, didinmelerimizi koyduğumuzu…
Yüreğimizin içine, bizi hep ama hep aşağılara doğru çeken kum torbaları gibi günahlarımızı koyduğumuzu…


Dolar- Euro paritesini
Darbe girişimlerini
Transfer piyasasını da mı bilmiyor bu insanlar!

Yaşadığımız ve yaşayacağımız her şeyi izhar, hatta fâş etmişken…
Döküp saçmışken ne var, ne yok, her şeyi…

…dığımızı, …diğimizi, …duğumuzu,

Nasıl da gözler önüne seriyor bir fotoğrafla bu insanlar!
Nasıl, nasıl!

El açıp Yaradan’a en çok ama en çok “taşıyamayacağımızı üzerimize yükleme” diye yalvardığımızı… nasıl…

Ve şimdi “keşke toprak olsaydım” dedirtme Allah’ım n’olur!


İçine, yarım yamalak bile olsa koyduğumuz aczimi alarak geldim…
Asıl, babanın yüzündeki yükü taşıyamayacağımızı bilen ve onunla bizi yüzgöz etmeyen Rabb’e hamd ederek geldim…
Çuval evet bir çuvalla geldim, sırtıma aldığım değil ama insanlığımı evire çevire döndürdüğüm bir çuvalla… 
Affeyle!




21 Kasım 2013 Perşembe

“Stalin’in Ölümü” [1]



Zafer Özdemir
5 Mart 1953 tarihinde, bugün Azerbaycan’ın başkenti olan Bakü’de Stalin’in ölümü acaba nasıl karşılandı? Stalin’in Ölümü başlıklı hikâyesinde Elçin, bu sorunun cevabını vermeye çalışıyor. Azerbaycan edebiyatının günümüz önde gelen isimlerinden olan yazar, hikâyesini, Soğuk Savaş sonrası gelişmelerin belirginleştiği bir dönemde, 1990 yılında yazıyor. Elçin’in hikâyesinde edebiyat-politika ilişkisi bağlamında açık göndermeler yer alıyor ve Stalin’in Ölümü, gerçekliğin edebiyatta algılanmasına iyi bir örnek oluşturuyor.
Gerçekçilik edebiyatta farklı şekillerde algılanmış, sanatın buna göre hangi gerçekliği yansıtacağı temel sorunlardan biri olmuştur.[2] Özellikle bu yazıya konu olan hikâyenin yazarı Elçin’in[3] de içinde yer aldığı kültürel havza içinde Rusya’da gerçekçiliğin nasıl uygulanacağı 1934 yılındaki Sovyet Yazarlar Birliğinin Birinci Kongresi’nden sonra belirlenmiş ve bu tutum yazarları etkilemiştir. Edebiyat tarihinde, toplumcu gerçekçilik, Marksist kuram gibi yaklaşımlar çerçevesinde bu etkiler üzerinde durulmuştur.  
Buna göre ana hatlarıyla; sanat eserinde yansıtılan gerçekliğin gerçek hayattan ve toplumcu bir bakışla ele alınması bunların başında gelmektedir. Yazardan gerçekliği sadece yansıtması değil, bunu açıklaması ve yargılaması da beklenmektedir. “Yazarın görevi toplumun belli bir dönemindeki gelişimin doğrultusunu belirleyen tarihî güçleri, yani toplumun iç yapısını ve dinamiğini kavramaktır. Başka bir deyişle o dönem için tipik olan tarihî durumu anlamak. Yazar eserinde kişiler, olaylar ve durumlarla bu tarihî güçlere somutluk kazandırır.”[4]
Stalin’in Ölümü adlı hikâyede, belirtilen özelliklerin önemli bir kısmına rastlanmaktadır. Ancak Elçin’in, eserinde ele aldığı tarihî gerçekliği doğrudan yargıladığı söylenemez. Bu hikâye tarihî, sosyal özellikli olmasının yanı sıra işaret ettiği psikolojik durum açısından da dikkat çekicidir.  Hikâyenin, bu çerçevede gördüğümüz belli başlı bazı özelliklerinin altını çizmekte yarar var.
“Stalin’in Ölümü”, kısaca Stalin’in ağır hastalığının önce duyulması, sonra da bir iki gün içinde ölümü ile son bulması sırasında Bakü’de Sovyet Rusya rejimi altında yaşayan ve her biri toplumun belli bir yönünü temsil eden hikâye kişilerinin tepkilerinin yansıtılmasından oluşuyor.
Hikâye, büyük bir felaketin ayak seslerini hissettiren ifadelerle okuyucuda gerginlik uyandırarak başlıyor. “5 Mart 1953 Perşembe” günü Bakü’de Sarıhamam Mahallesi’nde, kulaktan kulağa yayılan “kara haber” ve endişe, Sarıhamam Mahallesi’ne bir tür “yetimlik” getirmekte, o sıradaki boş sokak da “acaba bu felaketin sonu nasıl olacak?” düşüncesini yaymaktadır. Okuyucunun merakı, posta memuru Muzaffer tarafından Kommunist gazetesinden Stalin’in beyin kanaması geçirdiği ve bir doktor grubu tarafından kontrol altında tutulduğu yönünde bilgiler içeren haberin okunmasıyla gideriliyor.
Yazar, olayın geçtiği yer ve tarih bilgilerini gerçek hayattaki şekliyle vermesinin yanı sıra, tasvirlerinde de ayrıntılara inerek gerçekçilik duygusunu belirginleştiriyor. Gerçekçilik unsuru, haberin gazeteden aynen okumasıyla pekiştiriliyor. İlerleyen kısımlarında geniş alıntılarla gazetecilik tekniği ile kaleme alınan haber metinleri ile hikâyede üslup çeşitliliği de sağlanıyor.
Hikâyeyi ilginç kılan bir başka yön ise, Elçin’in Stalin’in Ölümü’nde âdeta edebiyatın tarih ve toplum bilimine dolaylı katkısını örneklendiriyor oluşudur. Hikâye kişilerinin davranışları, ruh hâli; Stalin dönemini hatta Stalin benzeri diktatörlerin yönetimine maruz kalmış insanları anlamak açısından dikkate değer.
Bu hikâye, 1953 yılında Bakü’de yaşayan insanların zihinlerindeki Stalin imajını yansıtması bakımından da tarihî, toplumsal değer yüklenmektedir. Bu, yazarın içinde yaşadığı toplumun ve kültürün dışına çıkmayı başaran bir gözlemleme yeteneği ile başardığı bir durumdur. O hâlde yazarın dünya edebiyatına kazandırdığı bu hikâyenin tarihsel olmaktan çok evrensel bir mesajının olduğunu iddia etmek çok yanlış bir tespit olmaz.
Yazar, “Stalin’in ölümü acaba nasıl karşılandı?” sorusuna, tarihin herhangi bir döneminde yaşanan bir dram veya trajediyi yansıtmak için değil, bir insanlık sorunu olarak cevap arıyor.
Hikâyeye tekrar dönecek olursak, aslında Stalin kimdir, sorusunun cevabı da Stalin’in zihinlerde uyandırdığı etki ile anlaşılabilecek bir gerçekliktir.
Hikâyeye göre Stalin kimdir? O, “kendisi hakkında hiçbir şaka yapılamayacak, hakkında hiçbir şayia yayılamayacak biridir. O, 72 dil bilir ve hiçbir hastalık ona bir şey yapamaz. Onun rahatsızlığı milyonlarca insanın ölümüne sebep olan İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından daha bir hayretle karşılanır.” Hikâye kahramanları, Stalin’in hastalık ve ölüm haberine birbirinden çok da farklı olmayan tepkileri yansıtmak için kurgulanmış kişilerdir.
Fatma Kadın, başına gelen nice felaketlere tahammül etmiş, tahammüllü olmaktan da öteye geçmiştir. Kocası Eşref, papakçı dükkânında güya Stalin’in aleyhinde konuşmuş ve bu yüzden bir gece alınıp bir daha geri dönmemek üzere götürülmüştür. Büyük oğlu Ağaniyaz, İkinci Dünya Savaşı’nda Stalin uğrunda düşmana hücum ederken kahramanca hayatını kaybetmiştir. Küçük oğlu Balaniyaz da yine babası gibi Stalin aleyhinde konuşmak suçundan alınıp götürülmüştür. Fatma Kadın, eşini ve iki çocuğunu Stalin yüzünden kaybetmiş, yaşadığı acılara tahammül etmeye çalışan bir kadıncağızdır. Dışarıdan bakıldığında, Stalin’in başına gelecek en ufak bir felaket, en fazla onu sevindirecektir. Ancak Stalin’in hastalandığı ve öldüğü haberi Fatma Kadın’da, içinde duyduğu korkunun yansıması bir titremeye, ağzını açıp bir kelime dahi diyememeye ve manasız bakışlara dönüşür.
Gerçekten Stalin’in ölümü üzerine, Fatma Kadın’ın yaşadıklarını yaşayan biri onun gibi mi tepki verir? Yazar neden hikâye kahramanına böyle bir tepki verdirmiştir?
Bu soruları, yazarı bu estetik tercihe yönlendiren şartları düşünerek cevaplandırmak en doğrusu gibi görünüyor. Yazar, Stalin’in tanrısal vasıflarla bezenmiş portresinin ortaya çıkardığı trajedinin hissedilmesini sağlamak istemektedir. Elçin’in hikâye boyunca yaptığı tercihler, bizzat Stalin korkusunun, en az milyonlarca insanın canını almak kadar “şiddet” unsuru taşıdığını göstermek içindir. Yazar, halk üzerinde gün geçtikçe derinleşen ruhsal acıların tipik bir sendroma dönüştüğünün altına çizer.
Böylece yazar, kahramanlarının ironi hissi veren davranışları ile tıp literatüründe Stockholm sendromu olarak veya edebiyattaki karşılığı ile “cellâdına âşık olmak” deyimiyle tarif edilen tipik durumu yansıtmayı başarıyor. Ancak psikiyatrik yöntemlerle açıklanabilecek bir olayı edebiyat penceresinden, kendi kurgusu içinde hikâyesiyle okuyucuya ulaştırıyor.
“Stalin’in Ölümü”, işlediği konu, konunun ele alınışı, dil ve anlatım özellikleri ile yazarının sanatın evrensel yönünü yakalamasındaki başarı ile değerlendirilmesi gereken bir eser. İlk anda hikâyenin başlığına bakarak yazarın basit bir komünizm eleştirisine girişerek edebiyattan uzaklaşacağını aklına getiren okurunu Elçin, politik olmaktan çok estetik bir şekilde kurguladığı eseri ile hayal kırıklığına uğramaktan kurtarıyor.

( Dil ve Edebiyat dergisi, Kasım 2013, sayı 59.)




[1]Elçin, Sarı Gelin, Ötüken, İstanbul 2003.
[2] Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999.
[3] “Elçin: Günümüz Azerbaycan edebiyatının önde gelen isimlerinden olan ve hikâye, eleştiri, senaryo, tiyatro yazan olarak büyük ün kazanan Elçin (Elçin İhyasoğlu Efendiyev), 13 Mayıs 1943'te Bakü'de doğdu (Eserlerinde kısaca Elçin adını kullanır). Babası İlyas Efendiyev de (1914-3 Ekim 1996) Azerbaycan'ın şöhretli yazarlarındandı.
1968'de Sovyet Yazarlar Birliğine üye olan yazar, 1993'ten sonra Azerbaycan hükûmetinde başbakan yardımcılığı görevini yürüttü. İlk hikâyesi 1959 ‘da yayımlanmış, 1970'te Azerbaycan Bedii Nesri Edebi Tenkitte adlı tez çalışmasıyla filoloji (dil ve edebiyat) doktoru olmuştur. Aynı zamanda Bakü Devlet Üniversitesinde edebiyat nazariyeleri profesörüdür. Elçin'in hikâye ve romanları Rusça Almanca, İngilizce, Fransızca, Macarca, Arapça, İspanyolca, Farsça ve Türkiye Türkçesinde olmak üzere dünyanın belli başlı dillerinde yayımlanmıştır. Kendisi de diğer dillerden çeşitli eserleri ana diline çevirmiştir.
Farklı üslubu ve gerçeküstücü unsurlara yer vermesiyle tanınmıştır.” (Elçin, Sarı Gelin, Ötüken, İstanbul 2003.)
[4] Berna Moran, a.g.e., s. 55.