29 Kasım 2012 Perşembe
Şu sıralar beni ne tohumun, ne ağacın ne de çiçeğin anlamı düşündüyor.
Yaprağı düşünüyorum, yaprakları nedense...
Kuruyup kopan, giden yaprakları.
Kahvemi içerken okuyorum,
"en bakımlı bahçe sessizliktir"
diyor bir şair,
İçimizi, içimizin hüzünlü şarkısını dinlerken çok bakımlı olamadığını anlıyorum sonbaharda bahçelerin.
Yaprağı düşünüyorum, yaprakları nedense...
Kuruyup kopan, giden yaprakları.
Kahvemi içerken okuyorum,
"en bakımlı bahçe sessizliktir"
diyor bir şair,
İçimizi, içimizin hüzünlü şarkısını dinlerken çok bakımlı olamadığını anlıyorum sonbaharda bahçelerin.
Bütün yapraklarım açarsa
Kork
Çünkü yalnızlığım ben
Çünkü yoksulluğum ben
Tepeden tırnağa.
Oktay Rıfat
http://www.youtube.com/watch?v=Xh1A8PtrUsA
2 Kasım 2012 Cuma
Bizi ‘Hakikat’in Susuzluğu Eğitir
Bu tür sorularısormak bana zor gelir aslında ama sanırım okurlar, yazmak isteyenler duymak istiyor: İlk romanınız çıkınca sosyal medyada bunu paylaştığınız anıhatırlıyorum; neler hissetmiştiniz?
Yazdığınız kahramanlarla yıllar boyu birlikte yaşıyorsunuz. Onları sizden başka kimse tanımıyor dünyada. Sadece siz biliyorsunuz. Yani ilginç bir mahremiyet bu. Sonra günü geliyor ve daha da ilginç bir doğumla dünyaya geliyorlar. İnsanlar onları görüyorlar tanıyorlar. Bu duygu, roman yazanların galiba ilk büyük duygusu oluyor. Bende de oldu. Yıllar boyunca hazırladığınız, giydirip kuşattığınız, eğitim verdiğiniz, hazırladığınız insanlar, günün birinde evinizden ve sizden ayrılıp insanların arasına karışıyorlar. İnsanlarla etkileşime giriyorlar. Bu ilginç, derin, yeni bir şey benim için. “İsa Hanginiz?”in kargo paketini makasla açarken yaşadığım şeyleri size anlatamam.
“İsa Hanginiz?” adlıromanınız, bir grup “deli”nin yaşadıkları olayların etrafında şekilleniyor. Romanda ana roman kişileri akıllarının kaldıramayacağı bir ağırlığa / sıklete maruz kalıyorlar. Neden İsa, Sven, Şakir, Umur… gibi kahramanlara dikkat çekiyorsunuz?
Bunu daha önce de yazdım, söyledim. Bizler, yani “normal”insanlar, “para-normal” insanlardan daha akıllıymışız gibi yaşıyoruz. Oysa ne kadar akıllı olabiliriz ki? Bir deyim vardır Anadolu’da; “Ucu olmayanın ortasıda olmaz” diye. Bizler tam ortasında (normalinde) olduğumuz duygusuyla yaşadığımız bu hayatın gerçekten neresinde olduğumuzu nasıl bilebiliriz ki? Ucunu bilmiyoruz çünkü. Aklın da hayatın da uzayın da ucunu bucağınıbilemiyoruz. Peki o zaman bu kibir niye? Delilerin gerçekten “deli” olduklarınınereden bilebiliriz ki? Doğru deyim, bize benzemiyorlar olabilir belki ancak. Bunu böylece düşündükten sonra, sıra şuna gelir: Orada, onların kafalarında tam olarak ne olup bittiğini kestiremedikten sonra, onlar hakkındaki yargılarımızıen azından biraz gevşetmemiz gerekmez mi? Bu işin “konvansiyonel” yanı. Bir de içinde yaşadığımız pratik hayatın manzaraları var. Aslında beni daha çok ilgilendiren ve güden de o manzaralar oldu. Ben delilerin rasyonelliği berhava eden durumlarını çok ilginç ve güzel bir insanlık durumu olarak seyrediyorum. Rasyonelliğin insanoğluna hep iyilik ve güzellik vermediğini biliyoruz bugün.İnsanın “aklı” çoğu zaman geri kalan türdeşlerinin boyunlarına birer boyunduruk koyup, gözlerine de açısı dar muşamba gözlükler taktığını biliyor, görüyor, yaşıyoruz. Deliler ise bu insanlık alışkanlığını -kendi özel zihin durumlarısonucunda/sayesinde- görmüyorlar, bilmiyorlar. Bu iktidar-çıkar-iş-güç dünyasını tanımıyorlar. Onun dışında yaşıyorlar. Bu, insanlığın büyük hikâyesine ilgi duyan herkes gibi benim de zihnimi kurcalıyor. Hiç değilse bunu -olabilecek binlerce anlatım biçiminden birini- romanlaştırmak istedim.
Her sanat eserinin, romanın kendi devrini anlatmasa bile çağını yansıttığı söylenir. Romanda, romanın başkişilerinden İsa’nın zaman zaman, kendi kendine “Ben kimim?” diyerek tekrar ettiği bir arayışı söz konusu. Ama bu replik genel olarak felsefenin başlıca konuları ile ilgili olarak değil de gündelik olaylar karşısında tekrar ediyor. Romandan hareketle yazarının, günümüzde hakikat arayışının konularını gündelik hayata dayandırdığını söyleyebilir miyiz?
Evet. Bir hakikatin eşiğine kadar vardığımızıhissettiğimiz, sezdiğimiz anlar vardır. En büyük sevinç. Ama biliriz ki onu asla ele geçiremeyeceğiz. Bu tabiatımıza ve içinde bulunduğumuz şimdiki dünya-durumumuza uygun da değildir. Bizi eğiten Hakikat değil; onun susuzluğudur. Ona olan ihtiyacımız, başka ihtiyaçlarımızdan farklı ve onların üzerinde olarak, bizi olgunlaştırır. Arayışımıza bir istikamet ve ruh verir. Bu susuzluğu, Kuran’ın emrettiği gibi güzelliklerle sergilemeliyiz. Bize yalnızca “hakikat”e doğru olmak emredilmişse, gidilecek bir yol var demektir. Bu dünya içindeki yolculuğumuzdur, bir aşkın içindeki yolculuğumuzdur, bir acının, trajedinin içindeki yolculuğumuzdur. Hakikat ile çıplak biçimde yüz yüze geleceğimiz vakte kadarki özel ve özgün hazırlığımızdır. Akademik felsefenin, “hakikat”i bu dünyada yakalayacağına; hatta temellük edeceğine dair gizli inancınısevmiyorum. Ondan hep uzak durdum. Ama özellikle yaşam filozoflarının bu konudaki verimli “yeteneksizliği” ve alçak gönüllülüğü ilgimi daha çok çekti. Çünkü onlar “hakikat”i bir şekilde temaşa etmekle yetinmeyi ilham ettiler bize. Temaşa etmenin lezzetine talip olmak hem daha doğru hem de sonuçlarının en azından bir kısmını şimdiki zamanda tadabileceğimiz bir yol. Hakikat’e talip olduktan sonra çıktığımız yolda ilginç ve güzel, neredeyse bu dünyaya hiç gelmemiş ve ait olmamış lezzetli “an”lar yakalarız. Kendimizi bilginin önünde sonunda sınırlı olan dünyasına değil; ilhamın sonsuzluğuna açmış oluruz.
İsa Hanginiz? -roman- Selahattin Yusuf
Turkuvaz Yayınları
Romanda okuyucunun kendi çabalarıyla ulaşması istenen, gizlenen/sezdirilen, hayata dair gerçekler olduğu görülüyor. Hz. İsa’ya, Chopin’e, Tarkovski’ye göndermeler var. Okurlarınızdan nitelikli bir okuma bekliyorsunuz. Bu tutumunuzu açabilir misiniz?
Belirginlik ve kesinlik bazen edebiyatta iyi eserler vermiştir. Ama benim mizacım farklı sanıyorum. Ben “gizleyerek” anlatmayısevenlerdenim. Bu ayrıca her iki taraf için de daha verimli diye düşünüyorum. Kapısı her iki tarafa da açılan durumlar bizi üzerinde düşünmemiz gereken anlar olarak da çalıştırır, düşündürür, hayal ettirir.
Metinler arası bağlantılar kurmuşken… Roman hem teknik hem de sanatsal bir ürün; nerelerde romanın teknik yönü nerelerde sanatsal yönü sizi yönlendirdi? Örnek verebilir misiniz?
Birçok büyük yazarın teknik olarak ustalaştıkça, sanat böceklerinin içlerinin kurumaya başladığını, hatta ölmeye durduklarını; buna karşılık böceklerin koruyucu kabuklarının/biçimlerinin sertleştiklerini-mükemmelleştiklerini- görürüz. Turgut Uyar’ın “Ustamız Acemilik” yazısınıhatırlayınız. Bunlar geldi aklıma şimdi. Ama “İsa Hanginiz?”in gerçekten başarısız tekniğini açıklamak için bu mazeretler yeterli mi bilemiyorum. Keşke yeterli olsaydı. İnanın bu tarafını çok düşünmemeye çalışıyorum. Daha çok içeriğine yoğunlaşıyorum ki keyfim kaçmasın.
Chopin ve Tarkovski size göre kimlerdir? Hangi özellikleriyle Sven’in İsa’nın yaşamında bir uyuma giriyorlar?
Onları, metafizik ilginin her şeyden önce “yurtsuz”olduğunu anlatmak için zikrettim biraz. Hikâyenin içine çok uzaklardan tutulmuşbirer cılız metafizik el feneri onlar.
Müzik romanın önemli unsurlarından. Dinlediğiniz bir müzik parçası ile örneklendirmenizi istesem; müzik romancı, yazar olarak ne kazandırıyor size?
Müzik, her şeyden evvel bir ölçü duygusudur. Ahenk bilgisidir. Bizi bir yerde tutar. Ama mucizevi tarafı şudur müziğin; o ölçü ve ahenk içinde bize sonsuzluğun özel anlarını, tarihlerini ve yaşanmışlıklarınısezdirir. Gerçek müziğin sanat ve kültür alanında daha fazla ve daha ısrarlıbiçimde gündeme getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Konfüçyüs müzik bilmeyen birisinin devlet adamı olamayacağını söylemiş. Çok doğrudur bu. Günümüzde toplumumuzun kültürel bir “dekadans” içinde aşağılara doğru kaymakta olduğunu görüyoruz. Yaygın müziğimize bakın. Evcil hayvanların cinsel münasebetlerini işleyen hikâyeleri bugün müzik ve “klip” diye izliyor, dinliyor halkımız. Eğer çocuklarımız ileride müzik gibi büyük bir ruh imkânından bunu biliyor ve hatırlıyor olacaklarsa, durum gerçekten hazindir diye düşünüyorum.
Sven birçok ilginç yönü bir araya getiren bir karakter. Siz Sven üzerinde yoksul alt-kültür gençliğine karşı geliştirilen bir algıyı dile getiriyorsunuz. Dış görünüşler üzerine toplumun yargılamalarının çok isabetli olmadığını söyleyebilir miyiz?
Elbette. Ama Sven’le ilgili asıl mesele, Marmaris’teki elden düşme “punk” kültürünün asıl kaynağından, kaynak-ülkesinden gelen Sven’in başka daha önemli dertlerinin Marmaris’teki “punkçılar” tarafından algılanamaması.Sven’in orada mutlak bir “yalnız” hâline gelmesinin/getirilmesinin hikâyesi. Gösterişçi bir yüzeyselliğin, yani “punkçı” benzeşmenin, kendi “cemaatinden” olanı ve kendine benzeyeni bile anlamaktan bile ne kadar uzak olduğunun gösterilmesiydi. Bütün üniformalar altında gizli olanı örter, vücutları örter, hikayeleri örter. O yüzden de gereğinden fazla önemsenmeleri bizi yanıltır. Gelenekte de böyledir ve bu yanılsamayı ifade eden yüzlerce mesel vardır.
Romanınızda çocukluğu hatırlamak, hatırlatmak çok da iyi bir dünyada yaşamadığımızı göstermek için mi? Öyleyse şimdinin çocukları için neler söylemek istersiniz? 150. sayfada süresi baştan belli olan ilişkiler gibi...
Yoo. Çocukluk daha başat ve merkezi bir yer işgal ediyor romanda. Delilikle birlikte. Öyle düşünsek bence daha doğru.
“Sahipli Evler” kısmıile fantastik ögeler de giriyor romana. Fantastiğin yerine ilişkin neler söylersiniz?
Bence fantastik öğe kurgunun akıl-dışına açılan şiirsel bir penceresi olarak güzel ve verimli. Ama kurgunun kendisini temelden ve tamamen fantastik öğenin üzerine oturtmak bambaşka bir yol ve benim mizacıma uygun değil. Ben hayatın kendisinin yeterince yakından ve uzun süre temaşa edildiğinde, yeterince/fazlasıyla “fantastik” olduğunu düşünüyorum. Ben onun derinliklerine inmek için sote yollar, dar geçitler, fantastik bağlantılar bulmamız gerektiğine inanıyorum. Onu seviyorum. Başka yazarlar elbette başkaşeyleri seveceklerdir ve takip edeceklerdir.
Size göre şiir hayatın elindeki son kart ise, roman yazan biri için şiire kadar hayat karşısında kaybedilecek birkaç cephe daha var diyebilir miyiz?
Bir kaç cephe, veya daha çok. Onu başımıza gelenler bize söyleyecektir. Hatta, başımıza gelmiş bir şey olarak hayat söyleyecektir. Kulağımızı hangi yöne ne kadar açacağımız meselesidir bu.
Selahattin Yusuf’un “İsa Hanginiz?” romanından…
“Chopin, imdadına yetişmişti. Yetişmiş ve doğrudan işe koyulmuştu. Hayatımın sökülmüş yerlerini içten, ilk karşılaşmada ahengi kestirilemeyecek, hemen anlaşılamyacak, çook derinlerden geçer görünmez bir iğneyle, öyle el çabukluğuyla falan… hamarat… birbirine tutturmuştu.” S.8
“…annemi aradım…böylece bir yol daha bulmuş oldum dünyaya çıkan.” S.9
“…hayat benim için ter dönmüş bir kaplumbağayı andırıyordu işte!” s.9
“Zayıf bir hafıza, sağlıklı bir bedeb ve pozitif kişilik bu hayatta hiçbir b.ku halledemiyor…” s.29
“İnsan ruhunun koordinatlarını gerçekten kaybediyor.” S.31
“Ama sonuçta Tarkovski’nin dağılmış haline bakılırsa yenilgiyi de büyütmüşlerdi işe.” S.36
“Sırf açılmak için, sırf içini dökmek için kurbanlar arayan tiplerdi bunlar.” S. 38
“Kadınların hepsi başka kültürden bana göre. Şiir gibiler onlar da. Aslında tam anlaşılamazlar. Başka dillere tercüme edilemezler. Hatta kendi dillerine bile tercüme edilemezler.” S.47
“Erkeler hep haklı olmanın izini sürdüler; gayret edip ilerledikleri kadarıyla da kaybettiler.”s48
“’Hissetiğimiz organ hasta demektir.’” S. 50
“Kaderin beni amatör bir Hızır olarak görevlendirmişolmasında Sven’in suçu yoktu.” S.74
“Delilik!, Korkuların babası.” S.93
“Kenidmi bir batıl inanca inandır gibi inandırmalıyım hayata. Kadınla, alkolle değil. Sözle. Var olduğumdan başlıyorum her defasında. Var olduğuma kendimi inandırmam vakit alıyor. Çok yavaşım.” S.106
“Kalp mesela niçin kalp krizi geçiri? Çünkü dayanabileceği eşiği aşmıştır. İnsan aklı çıldırmayo icat eder aslında.” S.124
“Hayatın elinde sona kalmış bir kart hep bulunur…” s.147
“Şiir elimdeki son kart gibiydi.” S.223
“Zaman,…iyileştirecekti ikisinin ortak yarasını. Ama bilmiyordu ki yaranın kendisidir zaten zaman.” S.148
“…dünyada hiçbir şeyin yolunda gitmdiğine kimse iyi bir besteciden daha çok inanmaz. Aramızda en huzursuzumuz bestecidir. Besteci, hiçbir nesnenin bir diğeriyle uyumlu (ahenkli) olmadığına en derin biçimde inanmış kimsedir. Onun içindir ki, uyumu, nesnesi yeryüznde olmayan bir şeyde bulur ve ortaya çıkarır: Seste.” S.196
14 Ekim 2012 Pazar
Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili tefsirini
okurken:
Hamdi Yazır duanın/ istemenin şartlarından sonra
Fatiha’nın nüzuluna ilişkin bilgiler veriyor. Besmele konusuna geçmeden önce
ise Kur’an’ın anlaşılması için ciltlerce eser
yazan birinin, Kur’an’ın başka bir dile tercüme edilemeyeceğini sıkça
vurgulayan ifadelerine bir kere daha rastlıyoruz. Satırlarının sonunda bu
açıklamalarının gerekçesine de işaret ediyor: “Türkçe ibadet”. Bu satırların
şiirselliği ise gerçekten üst düzeyde…
“Manalar ve
kelimeler arasındaki ilgi, bir vücudun elbisesi ile ilgisi gibidir. Bundan
dolayı birbirinden ayrılmaları mümkündür ve çoğunlukla o vücudu, daha güzel
daha denk bir elbise ile donatmak mümkün olur. Birçok defa yapmacık süslerle
biz bu vücudun yaratılıştan var olan güzelliğini bozabiliriz. Allah’ın sözünde
ise kelimeler mana üzerinde bir güzelin yüzünün gül renkli teni gibi maksadın
yapısal dokusuyla da, ruhu ile de ezeli bir ilgi ile bağlantılıdır. Daha
doğrusu bunda (Allah’ın sözlerinde) vücud ile ruhun birlikte görünen özel bir
karışımı e örgüsü vardır. Buna hayran olan bir büyük Arap şairi özellikle bunun
için sarhoşluk edercesine neşe veren şu beyti söylemiştir:
"Kadeh de,
şarap da inceldikçe inceldiler, en sonunda ikisi de birbirine benzedi ve işin
içinden çıkılamaz oldu.”
İşte
sözlerinin bu i'câz
şeklinde söylenmesi özelliğinden dolayı Kur'an'ın benzeri
yapılamadığı gibi, aynen tercüme de edilemez. Her
şeyden önce seçkin beyan üslubu
kaybolur.
Tercemeler, gümüş tenli bir güzelin derisini yüzüp altındaki
dokulara donuk cansız bir kumaştan elbise geçirmek gibi
oluyor. Bu elbisenin saydam
bir kristal olduğunu da farz etsek onun içinden canlı bir vücudun
güzelliğinin görülebileceğini farz etmek yanlıştır.
Kur'an varlık bahçesinde açılmış
gerçek ve benzersiz bir gül farz edilirse, en güzel tercemesi, usta
bir elle yapılmış bir resmine benzetilebilir ki, bu
resimde aslının ne maddesi, ne kuvveti, ne yumuşaklığı,
ne gelişmesi, özetle ne yağı, ne kokusu hiç biri bulunamaz. Biz
de işte o gülü, tutup
koklayamayanlara, gücümüz yettiği kadar resmi ile
olsun tanıtmaya çalışacağız.
Bundan
dolayı bunlar, Kur'an'ı tanıtacak bir meal olsa da Kur'an hükmünü taşıyamaz,
onun yerine konamaz, mesela namazda okunamaz.” (Elmalılı; s.34-35)
13 Ekim 2012 Cumartesi
"Türlü Helecanlar"
Dün Sakarya'daydık. Sabahın erken saatlerinde yola çıkmıştık, üniversitedeki işlerimizi halletmek için. Mukadderatın bizi Sakarya üniversitesinde de ayırmadığı üç arkadaş, İstanbul'un şiirlere konu olan sisli manzarasını geçerek okula varıyorduk. Eskilerin tabiriyle "türlü helecanlar" içindeydik. Helecanlarımız, heyecanlarımız tezlerini tamamlayan arkadaşların, onlara vazifelerini yerine getirme imkanı tanıyan Latif'e şükürleriyle temiz bir sessizliğe kavuşuyordu. Daha birkaç sene önce başlayan uzun soluklu yürüyüşün bu durağa uğraması ancak ilahi bir elin dilemesiyle mümkün olabilirdi.Bunun "hayret"le farkındaydık. Hayretimiz hayata, ölüme ve bize dair belki ömrümüzün birkaç yılına yetecek mevzuları kuşbakışı bir şekilde yoklamamıza vesile oldu. Bu konular zaman içinde bir yerlerde satırlara dökülecektir herhalde. Yolculuk yapmanın insana kattığı, hatırlattığı değerler var. Yolculukta sırlar var, tıpkı dostlukta olduğu gibi.
11 Ekim 2012 Perşembe
Elmalılı’yı Şakar’ın Bir Öyküsünde Görünce
Cemal Şakar'ın, öyküleri bir araya getirilerek “Sel ve Kum” başlığı altında yayımlanmıştı. Şakar’ın çalışmalarını yakından takip eden okurlar için güzel bir haberdi bu. Şakar’ın ilgiyle takip edilmesinin birçok sebebi olabilir ancak ben bunlardan biri üzerinde bir hikâye seçki kitabında okuduğum İzlek adlıöyküsünden hareketle durmak istiyorum. Belki de son dönemde gerilediği söylenen öykücülüğümüz üzerine de tespitler içeriyordur, bilemiyorum.
Edebiyat’ın kuram/ teori bağlamında sıkça ele alındığı günümüzde “metin” kavramıüzerinde sıkça duruluyor. Metin, eser dışındaki yazılı, sözlü, kültürel, okur, dönem gibi unsurlarla tamamlanan bir yapı olarak kabul ediliyor. Bir röportajında “okuyunca tamamlanacak öyküler yazıyorum” dediğini hatırlanırsaŞakar’ın da bu anlayışa benzer bir edebiyat yaklaşımını dile getirdiği izlenimi edinmek mümkün görünebilir.
Cemal Şakar’ın İzlek adlı öyküsünü bu yaklaşım çerçevesinde değerlendirmek mümkün. Öykü, eserine başlamak için âdeta doğum sancıları çeken bir yazarın hâlini yansıtıyor. Öykü kişisi yazarın yaşadıklarından ne türlü sıkıntılar çekildiğini bir kere daha anlıyoruz. Bu yönüyle öykünün yazılma sürecini metne dâhil ettiği görülüyor.
Ancak benim dikkatimi çeken konu, ElmalılıHamdi Yazır’ın öyküde anlatıcı tarafından âdeta bir öykü kişisi kadar ele alınması. Elmalılı Hamdi Yazır, son dönem İslam âlimlerinden biri ve Hak Dini Kur’an Dili adlı meşhur tefsirin yazarı.
Şakar’ın, Elmalılı’ya hikâyesinde yer vermesi; öykünün anlam dünyasına girilmesi için derin bir medeniyet ufkunu zorunlu kılıyor. Öykünün derin yapısının "metinlerarası" ilişki bağlamında ele alınarak çıkarılabileceği anlaşılıyor. Cemal Şakar, Batıcı kodlarla örülen hikâyenin sırt döndüğü bir dünyaya kapılarını açarak hem öykümüze tematik bir zenginlik katıyor hem de en yakınımızdakini, bize dair olanı görmek gibi aslında basit ancak ihmal edilen bir duyarlılık geliştiriyor.
Etiketler:
Cemal Şakar,
Elmalılı,
hikâye,
metinlerarsılık
10 Ekim 2012 Çarşamba
Duanın (istemenin) Şartları
Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili tefsirini
okurken:
Elmalılı Fatiha
suresinin tefsirine, sureye verilen isimleri açıklayarak başlar. Bunlardan biri
“Ta'lim-i mesele”dir. Suret’ül-hamd,
Ümmü’l-Kitap ve “Sebi masani” gibi bilinen isimlerinin yanında surenin bu adı
için Elmalılı’nın yorumları dikkat çekicidir.
“Ta'lim-i mes'ele”
(istemeyi öğretme) ki Fâtiha'da istek ve duanın, istemenin şartı ve adabı ve
istenen şeyin en mükemmeli pek düzgün bir şekilde öğretilmiştir.
İstemenin şartı;
birincisi tanımak
(bilmek);
ikincisi amel
etmek;
üçüncüsü ihtiyacı
hissetmektir.
İstemenin adabı da;
birincisi övmek,
ikincisi (bir
kimseye) mahsus olduğunu arz etmek,
üçüncüsü istenecek
şeyi iyi seçmek suretiyle istenen zâta arz etmektir.
İstenen en mükemmel şey ise, nimetin bizzat kendisi
değil, o nimeti elde etmenin doğru ve kusursuz bir yolunu bulmada Allah'ın
yardımıyla başarı nasip etmesidir. Çünkü bir nimetin doğru yolunu bulmak onu
her zaman bulmak demektir.”
“Ötesini Söylemeyeceğim”
yarım kalan bir roman vesilesiyle…
Edebiyat ve ahlak konusu
edebiyatın, estetiğin en eski ve temel problemlerinden biridir.
Platon, tragedyalarda
gençlerin ahlakını bozan örnekler olduğu gerekçesiyle tragedyaları, şiiri
zararlı bulmaktadır.
Günümüze kadar Doğu ve Batı
edebiyatlarında edebiyat-ahlak ilişkisini örneklendirecek ciddi bir literatürün
varlığında şüphe olmasa gerek. Boccacio’ları, Binbir Gece Masalları’nı, Emile
Zola’yı hızlıca geçip Servet-i Fünun’daki tartışmaları, Mehmet Akif’in
görüşlerini bir kenara bırakıp Sezai Karakoç’a geldiğimizde, Ötesini
Söylemeyeceğim şiiri üzerinde durmak gerekecektir.
Sezai Karakoç'un Ötesini Söylemeyeceğim adlı şiiri birçok
açıdan değerlendirilebilir, yorumlanabilir. Bu şiirin Karakoç'un poetik duruşu
açısından da önemli bir tarafı vardır. Sanırım bu konu Sezai Karakoç'un
poetikası, şiiri hakkında görüş bildirenler açısından daha önceden tespit
edilmiştir. Ben özellikle bir araştırma yapmış değilim. On yaşında bir
çocuğunun gözlerinden/ sözlerinden yansıyan şiirde, bu çocuğun bir Fransız
asker ve eşi arasında genel ahlak açısından rahatsız edici görüntülerini “ötesini söylemeyeceğim” diyerek yoruma
açık ve aslında yorumsuz hâle getirmesi meselesinin hem Karakoç’un poetik
duruşu hem de edebiyat-ahlak ilişkileri açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
Hele Karakoç’un çağdaşı Cemal Süreya gibi bütün estetiğini ötekini söylemek üzerine kuran bir şair de varken şiirin önemi bir
kat daha artmaktadır.
Günümüz edebiyatında da ahlakın,
onun bir boyutu olarak cinselliğin teorik bir zeminde bununla birlikte popüler
kültür meselesi olarak vulgarize bir şekilde de medyamızda ele alındığını
görmekteyiz. “Muhafazakâr sanat” polemiğinde olduğu gibi kör dövüşlerinde de kendisine
rastlamak mümkün.
8 Ekim 2012 Pazartesi
Fahim Bey ve Biz'den;
“Bir talihin ademe göçmesinden
onunla alâkası olmayan ne anlar? Bir fâninin öldüğüne kimse şaşmaz ve kimse
düşünmez ki o da kendisini ölümden bizim kendimizi sandığımız kadar uzak
sanırdı. İnsanlar, birbirlerinden uzak mesafelerle ayrılmış yıldızlar gibi,
kendi hususî boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına
kapalı birer dünyadır. Bir yıldız sönünce ondan uzaktakiler bir şey duymaz.
Herkes ancak biraz kendi komşusuyla meşgul olur. Herkes ancak bir iki düşmanı
için kin, ancak üç dört dost veya akraba için haset veya muhabbet ve ancak beş
altı vücut ve ruh için biraz zaaf, bir temayül veya bir aşk duyar ve
beşeriyetin üst tarafı bize tamamen yabancı gibi karanlık kalır.”
22 Eylül 2012 Cumartesi
Cumartesi akşam üzeri...
Cumartesi akşam üzeri... yorgunluk çökmüş iyice. Dışarıda çocukların sesleri. Gündüzleri kadınlara terk edilen bir şehir görünümdeki Başakşehir'de çıkmaz sokaklar tekrar "mahalle"nin yeşerebileceğini düşündürüyor bana.
Hava serin. Yazın son ya da sonbaharın ilk günleri bunlar... Bu yıl tüm mevsimleri yaşadık, bir şans olarak görüyor bazıları bunu. Artık zamanın, mevsimlerin bile ayarı bozuldu. Düzeni nerede görsek orada işlerin iyi gittiğini düşündüğümüzden olacak seviniyoruz.
Bir kitap aldım elime az önce. Okuyacak takatim kalmamış. Okuduğum bir başka kitabı alıyorum elime. Kalpazanlar, bu. Karıştırıyorum, güzel bir hatıra arıyorum. Kitabın girişine yazdığım bir not var. Saklamalıyım onu. Belki bir hikaye için daha uygun. Çeviriyorum sayfaları, Tocqueville'nin kitabı için "Biraz tıraş. Ama çok iyi şeyler var." yazıyor. Gide enteresan bir adam. Mutlaka buraya alıntılamalıyım diye düşündüğüm bir yer: "Görünüşler dünyasının bize kendini benimsetme biçimiyle bizim dış dünyaya kendi özel yorumumuzu benimsetmeye çalışma biçimimiz yaşamımızın dramını oluşturur." Bence dram falan değil. Dünya bizim yorumumuzdan ibaret. Dünyaya anlam veren insanın eylemleri, kendi... İnsanın dramatik bir hali yoksa dünyanın da yoktur!
21 Eylül 2012 Cuma
20 Eylül 2012 Perşembe
1900'lü yılların başında Kalem dergisinde Mahmut Sadık Bey'e ithaf edilen bir karikatür. Altında "elli sen sonra Türkiye" yazıyor. Hakkında çok şey söylecek cinsten bir karikatür bence. Görüntünün tam ortasında çarşaflı bir pilot, arkada yüksek binaların üzerinde iş yeri adlarında bariz bir Fransız etkisi ilk dikkat çekenler...
17 Eylül 2012 Pazartesi
Twitter'da kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadı...
·
Mutluluk
şu günlerde bir havafişek tadında... Göz alıcı parlaklığı son sürat sönüyor...
·
"Dest-i
gadri mustairândan ziyânım bihesab, Ahdim olsun, âriyet hiç kimseye vermem
kitab" Köse İmam (
ödünç olarak alanların zulmünden hesapsız zararlara uğradım, Onun için ant
içtim artık kimseye vermem kitap...)
·
vuruyorsan
öldüreceksin yoksa zulüm olur...
·
Yağmur
hüzne kardeş olsa gerek, öyle değil mi?
·
İnsanın
kendi için istemediğini, sizin onun için istemenizin hiç bir anlamı yoktur. Bu
sıra bunu sık sık hatırlıyorum...
·
Bedahet
derecesinde saçma bir şeyin saçma olduğunu izah etmek için bile çok ciddi gayret
sarf etmek gerekiyor.
·
Her
saçmalığın saçma olduğunu izah etmek gibi bir vazifemiz de yok, şükür...
·
İmamların
hitabet sanatından anladıkları neden hamasi ya da ağdalı bir üslup oluyor. En
kutsal kelime bile karanlıkta kaybolan bir yıldız...
·
"bütün
yazın türleri gibi roman da çözümler değil, sorunlar sürer önümüze."
·
Ne
yapılan şeyi tarif eden ne de yanlışın nereden kaynaklandığını izah eden
cümlelere kulak tıkamayı öğrenmeli!
·
Hayatı
tartışma, polemikler gündelik sorunlarla sürdürmeye çalışmak büyük bir gaflet.
Başkasının hayatını yaşamak gibi bir şey...
·
Her
marketin ayrı, her AVM nin ayrı, her firmanın ayrı müşteri kartı var. Apartmana
kartla giriyor, otobüse kartla biniyor,parmızı kartla alıyoruz.
·
Azcık
utanma duygusu olan yaşanan onca acıkarşısında kendi acılarını telaffuz
etmekten haya eder!
·
Dostluğun
hakkını bir kere olsun verebilseydik ölmeden önce...
·
Bilginin
türleri var da bilgisizliğin yok işte...
·
Ya
güçlü olacak ya da güçlünün yanında yer alacaksın diye değil de ya haklı
olacaksın ya da hakkın yanında yer alacaksın diye güdülenseydik.
·
İnsanların
çoğunun fikri yoktur, kimin yanında yer aldıysa onun fikrindedir.
·
Bazıları
hakkında neden yazamayız, ona çok yakın ya çok uzağızdır!
·
Buharlaşan
sözler: Konuşalım...
·
Ruhumuzun
temposunu akord edecek metronomlara her zaman ihtiyaç duyarız.
·
"Göller
mahzundur çünkü yalnızdır." ve açık deniz korkutucu ya ırmaklar?
·
“Bir
binanın mimarisinin Türk olması için bütün kerestesinin yerli olması lazım
değildir…” aktaran Elmalılı
·
Türkiye;
herkesin her şeyin farkında olduğu ama işlerin bir türlü istendiği gibi
gitmediği yerdir.
·
Dergilerdeki
eleştiri yazıları metne pamuk ipliğiyle odaklanıyorlar. Zaten eleştiri diyen de
yok varsa yoksa "deneme"...
·
Herkesin
aynı anda konuştuğu bir ortamda kimse kendine bir şey ilave edemez, edemiyor
zaten. Biraz sessizliğe ihtiyaç var.
·
Sessizliği
yayın politikası haline getiren dergiler olsa keşke.
·
Bağdat:
Babil dilinde güneş, Keldani dilindeşefkat merhamet anlamına geliyormuş...
·
naif;
Fransızca deneyimsiz... nahif: Arapça, ince, duygulu, hassas...
·
"Benim
Eminönünde gezen turistin" İst. ile ilgili bir liseliden samimi bir dize
:)
·
Sorunlar,
insani bağları, insani ilişkilerle gelişen yolları kullanmak yerine siyasi
temaslara başvurmakla çözülmüyor.
·
Reklam
filmin süper olsun yeter, ne yaptığın o kadar önemli değil.
·
Bu
ülkede yaşıyor olmak yaptığımız birçok şeye nazaran daha az riskli değil.
·
Kalabalığa
karışmanın bir oyuna katılmak gibi eğlenceli bir yanı olduğunu düşünenler az
değil.
·
"Biz
bu şehre gelirken gelin siz de bir şekilde başarırsınız demişlerdi. Henüz bir
başarı elde etmiş değiliz ama çalışıyoruz, kararlıyız."
·
"Bozulan
bir şeyi düzeltmek ilk defa yapmaktan daha zordur."
·
Susmak!
·
"Söylesem
tesiri yok, sussam gönül razı değil." Fuzuli
16 Eylül 2012 Pazar
Hipotez mi hipotenüs mü?
“Göz görmeyince gönül katlanır.”
Başlığa bakıp bir anlam çıkarmayın hele ikinci kısımdan, ama epigrafın anonim bir sempatisi var, kabul edin!
Biri çıkıp sizinkileri tarif et, dese; sanırım son zamanlarda yapmaktan en çok hoşlandığımız şeyin kalabalığa karışmak olduğunu söylerim. Sıradan insanların ve muhabbetlerin döndüğü çaycılarda oturma isteğimizden Twitter’a girip normalde yüz yüze bakmayacağımız insanların yazdıklarını, bir ırmağın akışını seyreder gibi okumak isteyişimize değin bir sürü şeyi sıralarım hipotezimi desteklemek için.
Sıradanlık, sıradanlaşmak önemli bizde derim. Sıra dışılık yorucu geliyor. Kimsenin farklılık yaratmak gibi bir derdi yok. Sıradanlıkta su gibi, yel gibi teskin edici bir yan var, derim.
Kalabalığa karışmak ve sorumluluklarımızı unutmak istiyoruz. Karışmak, ayrışmak gibi farkındalık sunmaz. Şu sıralar bizi uyanıklık değil atalet tarif eder.
Kalabalıkta geçmişi, yaşananları, acıları eritmek mümkündür. Kalabalığın, bireyin ve bilinçli birlikteliklerin aksine daha esnek bir tarafı vardır. Herkesi içine alıp sindirebilir. Kalabalık insanın en çok istediği şeylerden birini sunar, içine girmek isterseniz sizi kabullenir. Kalabalık şekilsizdir. Bütün şekilleri içine alabilir. Biraz kendinden uzaklaşmak isteyen kalabalığa karışır.
Kalabalık kısa ve net konuşur. Düz mantıkla iş görür. Duygusaldır. Resmî değildir. Gelişigüzel gelişir hadiseler. Sürprizlere açıktır. Bunlar fevkaladenin fevkinde durumlardır bizim için.
Aslında bu sıralar insanlar, sevmek bile istemiyor. Hoşlanmak istiyor. Sevmek daha uzun süreli uğraşlar için, daha ağır yükleri kaldıracak yürekler için uygundur. Birçoğumuz heves tadında sadece hoşlanmak istiyoruz.
Daha abartılı örnekler sıralarım hatta; İstanbul’da işimiz düşmediği zamanlarda bile bazen otobüse binmeyi bile düşündüğümüz olur, derim. Bunu bile yapıyoruz, derim yani, çekinmem. Hiç dinlemediğimiz kadar şarkı dinliyor, onda bile kalabalığın sesini duymaya çalışıyoruz. Akşamları futbol maçlarını bu yüzden kafelerde izliyoruz, diye eklerim. Kalabalığa karışmanın bir oyuna katılmak gibi eğlenceli bir yanı olduğunu düşünüyoruz, biz vesselam. Eğlencenin baş kaynağı; taburelere oturmuş gülen, çekirdek yiyerek anlattığı şeyle, o sırada izlediği maçla bütünleşen, aslında pek ünlü olmayan fenomenleri (twitterdaki meşhur kişiler/ profiller için fenomen tabiri kullanılıyor) kırk yıllık dostu gibi adıyla çağıran kalabalık, derim.
Kalabalık gözleri köreltir. Yığınların gözlerinin karalığı biraz da bundandır. Kalabalığa karışmak, kendinden kaçan insan için bulunmaz fırsattır. Kalabalık bedenleri örtmek isteyenler için bir setre çeker çekmesine de ya vicdanları örtmek mümkün müdür? derim, düşen çenemi yerden kaldırmadan. Pekiyi gerçekten öyle mi, göz görmeyince gönül de katlanıyor mu, diye de sorarım. Soramam mı sizce?
“Göz görmeyince gönül katlanır.”
Başlığa bakıp bir anlam çıkarmayın hele ikinci kısımdan, ama epigrafın anonim bir sempatisi var, kabul edin!
Biri çıkıp sizinkileri tarif et, dese; sanırım son zamanlarda yapmaktan en çok hoşlandığımız şeyin kalabalığa karışmak olduğunu söylerim. Sıradan insanların ve muhabbetlerin döndüğü çaycılarda oturma isteğimizden Twitter’a girip normalde yüz yüze bakmayacağımız insanların yazdıklarını, bir ırmağın akışını seyreder gibi okumak isteyişimize değin bir sürü şeyi sıralarım hipotezimi desteklemek için.
Sıradanlık, sıradanlaşmak önemli bizde derim. Sıra dışılık yorucu geliyor. Kimsenin farklılık yaratmak gibi bir derdi yok. Sıradanlıkta su gibi, yel gibi teskin edici bir yan var, derim.
Kalabalığa karışmak ve sorumluluklarımızı unutmak istiyoruz. Karışmak, ayrışmak gibi farkındalık sunmaz. Şu sıralar bizi uyanıklık değil atalet tarif eder.
Kalabalıkta geçmişi, yaşananları, acıları eritmek mümkündür. Kalabalığın, bireyin ve bilinçli birlikteliklerin aksine daha esnek bir tarafı vardır. Herkesi içine alıp sindirebilir. Kalabalık insanın en çok istediği şeylerden birini sunar, içine girmek isterseniz sizi kabullenir. Kalabalık şekilsizdir. Bütün şekilleri içine alabilir. Biraz kendinden uzaklaşmak isteyen kalabalığa karışır.
Kalabalık kısa ve net konuşur. Düz mantıkla iş görür. Duygusaldır. Resmî değildir. Gelişigüzel gelişir hadiseler. Sürprizlere açıktır. Bunlar fevkaladenin fevkinde durumlardır bizim için.
Aslında bu sıralar insanlar, sevmek bile istemiyor. Hoşlanmak istiyor. Sevmek daha uzun süreli uğraşlar için, daha ağır yükleri kaldıracak yürekler için uygundur. Birçoğumuz heves tadında sadece hoşlanmak istiyoruz.
Daha abartılı örnekler sıralarım hatta; İstanbul’da işimiz düşmediği zamanlarda bile bazen otobüse binmeyi bile düşündüğümüz olur, derim. Bunu bile yapıyoruz, derim yani, çekinmem. Hiç dinlemediğimiz kadar şarkı dinliyor, onda bile kalabalığın sesini duymaya çalışıyoruz. Akşamları futbol maçlarını bu yüzden kafelerde izliyoruz, diye eklerim. Kalabalığa karışmanın bir oyuna katılmak gibi eğlenceli bir yanı olduğunu düşünüyoruz, biz vesselam. Eğlencenin baş kaynağı; taburelere oturmuş gülen, çekirdek yiyerek anlattığı şeyle, o sırada izlediği maçla bütünleşen, aslında pek ünlü olmayan fenomenleri (twitterdaki meşhur kişiler/ profiller için fenomen tabiri kullanılıyor) kırk yıllık dostu gibi adıyla çağıran kalabalık, derim.
Kalabalık gözleri köreltir. Yığınların gözlerinin karalığı biraz da bundandır. Kalabalığa karışmak, kendinden kaçan insan için bulunmaz fırsattır. Kalabalık bedenleri örtmek isteyenler için bir setre çeker çekmesine de ya vicdanları örtmek mümkün müdür? derim, düşen çenemi yerden kaldırmadan. Pekiyi gerçekten öyle mi, göz görmeyince gönül de katlanıyor mu, diye de sorarım. Soramam mı sizce?
13 Eylül 2012 Perşembe
Sahip! Rıdvan
Rıdvan Coşkun, çok sevgili bir
dostum. Aramızdaki yaş farkı dostluğumuza farklı bir tat katıyor. Enteresan bir
kişiliktir kendisi, teknoloji konusunda “uzman”. Yeni bir telefon almak
istiyorum ve Rıdvan’a başvurmakla iyi bir iş yaptığımı daha ilk otuz saniyede
hissettirdi bana. Bu konuda diğer arkadaşlarımın yardımlarının da hakkını
teslim etmeliyim. Ziya Özcan var mesela yaklaşık bir aydır iz peşinde, ip
uçlarından hareketle bir sonuca varacaktır eminim ancak Rıdvan başka. Olaya
nüfuz eden bir tarzı, yetkinliği var. Ayıca ikna yeteneği de çok yüksek.
İstediğim fiyatın üç kat üstündekilerle kafamı karıştırıp baştaki fiyatın iki
katını vererek doğru düzgün bir telefon alabileceğim konusunda beni ikna etti.
Aslında buna ikna denemez daha ziyade hipnoz olmuş gibiyim. Sahip olduğu bütün
sihir gücüne rağmen beyaz adamın elindeki güce ağzı açık bakan yerli gibiyim.
Sahip ne derse o olacak sanırım. Vision diye bir şeye takmış durumda ama alternatiflerimiz
de olabilir diyor. Söylediklerini google sorup anlamaya çalışıyorum. Bana sıra
dışı tekliflerle geliyor ve bu da beni zora sokuyor. En somut ve anlayabildiğim
sorunum son önerdiği telefonun nasıl okunduğu konusunda. Bu aşamayı da
geçebilirsem ciddi mesafe kat edeceğim ve dostumun sayesinde bir telefona sahip
olabileceğim. Sahi “HUAWEI” nasıl okunur?
Rıdvan’a @ridvancskn den
ulaşabilirsiniz…
12 Eylül 2012 Çarşamba
Edebiyat Siyaset İlişkisi
A: Bu sayımızda
edebiyat-siyaset ilişkisine, dolayısıyla “ideoloji ve roman” konusuna biraz
daha yakından baksak diyorum.
Z: Aklıma Türk edebiyatında
ideolojik romanların yükselişte olduğu yıllar, tabii 12 Eylül romanları
geliyor.
A: Edebî eserlerin, hayatın bütün alanlarını
kuşatan, onlardan izler taşıyan bir özelliği vardır daima. Türk edebiyatının,
Tanzimat döneminden itibaren, bu alanlardan özellikle siyasetle yakın bir
ilişki içinde olduğunu söylersek yanlış olmaz. Edebiyatımızın önemli
isimlerinden Orhan Okay’ın şöyle bir tespiti var: “Belki hiçbir edebî devir
Tanzimat Edebiyatı denilen bu hareket kadar toplum meseleleriyle, siyasetle,
dolayısıyla tarihle ilgili olmamıştır. Tanpınar, Batı’dan yapılan ilk
tercümelerin başladığı 1859-1885 yılları arasındaki edebiyatımızın başka bir
örneği görülmeyecek kadar sosyal bir karakter taşıdığını söyler.”.

Z: Toplumsal olay ve
gelişmelerden etkilenmeyen, bir yönüyle hayatın gerçekliğiyle temas hâlinde
bulunmayan bir edebiyat düşünülemez. Hayat, edebiyatın en büyük kaynağıdır,
edebiyatı biçimlendirir. Ancak tersi de doğrudur: edebiyat da toplumun yeniden
yapılandırılmasına, değişim ve dönüşümüne katkı sağlar.
A: Söylediğin karşılıklı
ilişkiyi yazar-sanatçı ile okur arasında da kurabiliriz. Sanatçının yetiştiği
coğrafyanın ürünü olduğunu göze alırsak, onun eserinin toplumun hayatı
algılayış biçimlerini yansıttığını söyleyebiliriz. Bu etkileşimde toplumun
sanatçıyı etkilemesi, sanatçının toplumu etkilemesinden daha fazladır diye
düşünüyorum.
Z: Her türlü sosyal
gerçeklik, sanatçının iç dünyası ve tasavvur gücü üzerinde etkilidir. Edebiyat
ister kişisel duyguların ister kitlesel beklentilerin aracı olsun, sanatçı
toplumsal olgulardan eserini soyutlayamaz. Evet, gerçekten Tanzimat’ın birinci
nesli denilen Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa’dan Cumhuriyet dönemi
yazarlarına ve günümüze kadar sosyal hadiseler ve siyaset belki başka hiçbir
toplumda olmadığı kadar ülkemizde yazarların gündemindedir.
A: Biliyorsunuz, bu konu
bizde çok tartışılır. Siyasetin sanat üzerinde olumlu ya da olumsuz nasıl bir
etkide bulunduğu hâlâ çözümlenmiş değildir.
Z: Siyaset edebiyat ilişkisinin güçlü olması,
siyaset kurumunun kültür politikalarını şekillendirmesi, sanat üzerinde etkin
olma yönü, beraberinde “güdümlülük” sorununu da gündeme getirdiği için bir
handikaptır.
A: Özellikle 70’ler için bu
tespit yapılabilir sanırım.
Z: Evet, bu ağırlıklı bir
görüştür. 1934 yılında toplanan Sovyet Yazarlar Kongresi’nin edebiyatın
tanımını “sosyalist gerçeklik” algısına indirgenmesi küresel çapta bir etki
yaratmıştı. Ancak bize yansıması edebiyatımız açısından ne dereceye kadar bir
zenginliktir, ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, 70’li yılların
özellikle şiirimiz açısından ideolojilerin tetikçiliğini yapmak gibi bir kısır
döngüde cereyan ettiğini çok rahat söyleyebiliriz. 70’lerde siyasetin
vesayetine girmiş bir edebiyat vardı, denilebilir.
A: Tanzimat’ın birinci kuşak
sanatçıları ile 70’li yıllar arasında bir paralellik kurulabilir o hâlde. Çünkü
onlar da romanı bir eğitim aracı olarak görüyorlardı. Mehmet Narlı’nın romanın,
ideolojilerin dili olmasının 1971 muhtırası ile ivme kazandığı tespitini
paylaşmak istiyorum. “1970’li yıllar, içerdiği sosyal meselelerle Türk romanına
en çok konu olan dönemlerden biri olmuştur. Özellikle 1960 İhtilali anayasanın
sağladıklarıyla sosyalist düşünce siyasette, kültür ve edebiyatta uygulama
alanlarına sahip olmuştur. Bütün bunlar 1971’den sonra yazılan politik
romanlara yansımıştır.” diyor Narlı.
Z: Cumhuriyet’in kuruluşundan
1940’lara kadar edebiyatçılar, sanatçılar devrimlerin halka anlatılması
konusunda üzerlerinde bir çeşit baskı hissetmeye devam etmişlerdir.
A: Bu ayki muhaveremizde
çokça yararlandığım Macit Balık, makalesinde: “Türk romanında gerçek anlamıyla
politik türe dâhil edilebilecek örneklerin ortaya çıkışında 12 Mart milat kabul
edilir.” diyor ve ekliyor: “Romandaki yansımaları belirgin bir biçimde gözlenen
12 Eylül Askerî Darbesi, Türk edebiyatında politik dozun arttığı son
dönemlerden biridir. Adalet Ağaoğlu’nun Hayır’ı, Kaan Arslanoğlu’nun
Devrimciler’i, Ahmet Altan’ın Sudaki İz’i ve Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’i bu
dönemi yansıtan romanlardan birkaçıdır.”.
12 Eylül ve Edebiyat
Z: Burada bir uyarıda
bulunmak istiyorum. Söylediklerimizden şundan fazlası anlaşılmamalı:
Edebiyatımızda siyaset ve ideolojiler bazı dönemlerde ve bazı şahsiyetler
üzerinde olması gerekenden daha fazla bir etki yapmıştır. Yoksa güçlü bir
edebiyat-siyaset ilişkisine sahip olması edebiyatımız için bence büyük bir
zenginlik olmuştur. Adları geçtiği için söylemek gereği hissediyorum: 12 Eylül
romanı olarak da değerlendirilen romanlar bu zenginlik içerisinde
değerlendirilmiştir.
A: 1980 öncesi için
edebiyatın üzerinde bir politik gölge söz konusu edilmiştir. Darbe sonrası
edebiyatın önceki dönemin değerlerinin aksine bir değerler sistemi üzerinden
geliştiği de doğrudur. Bu dönemi tamamen önceki dönemin antitezini üretmek
amaçlı olarak görmek doğru bir tespit olmaz. 12 Eylül Askerî Darbesi’nin,
Türkiye’de toplumsal yapıyı oluşturan temel dinamikleri değiştirmeye, yeni bir
toplum modeli inşa etmeye çalıştığı gerçekliğinden hareket edilirse taşlar
yerine oturur.
Z: Türkiye’de edebiyatımızın
geçirdiği evreleri tam manasıyla anlayabilmek için yakın tarihi, toplumsal ve
siyasal gelişmeleri bilmek gerekir. 1980’lerin kültürel iklimini en iyi ifade
edenlerden biri olan Nurdan Gürbilek, dönemi, “sözün bastırılması” ve “sözün
patlaması” metaforlarıyla açıklıyor. Söz bastırılmıştır, çünkü Cumhuriyet
tarihinin en kanlı dönemlerinden biri yaşanmış ve yüzlerce insan öldürülmüş,
aydınlar tutuklanmış, devletin politik tercihlerini benimsemeyen her kesimden
insan yoğun bir baskı görmüştür. Bütün bunların sonucu olarak ülkede bir “söz
patlaması” yaşanmıştır, çünkü 80’lerin ortasından itibaren “kültür daha önce
görülmedik boyutlarda piyasaya tabi olmuştur.”

A: Bu doğrultuda 80’lerin
getirdiği değişimin önemli ayaklarından biri olarak mahremiyetin ifşası
gösterilmektedir.
Z: Ahmet Altan’ın Sudaki İz
romanı müstehcenlik yüzünden bu dönem yasaklanır galiba.
A: O zamana kadar konuşulması
mahrem kabul edilen birçok konu ilk kez 80’lerde kamuoyunun gündemine gelmiş,
bu alanların başında da cinsellik konusu, daha genel çerçevede “özel hayat” yer
almıştır. Sol ideolojiden gelen bazı aydınlar yazdıkları romanlarda “Cinselliği
yasaklayan siyasal dayatmalar kendi olumsuz insan tipini yaratmıştır” söylemine
1980 döneminin politik unsurlarını eleştirmek için yer vermiştir. İdeoloji
sahibi gençlerin karşı cinse eğilimlerinin ideoloji ölçütleriyle nasıl
engellendiği konusu, bu romanlarda insanın kendi varlığına nasıl
yabancılaştırıldığının bir göstergesi olarak sunulmuştur.
Z: Siyasetten arındırılmış
toplum modeli anlayışı, romanda yeni temaların işlenmesine yol açmıştır. Bu
yeniliklerin temelinde “ideolojilere olan inancın sarsılması ve beraberinde
kimlik bunalımı ve arayışlar” gelmektedir. 12 Eylül rejimi, toplumu siyaset dışına
itmek için bir yandan yasak ve baskılar uygularken öte yandan cinsellik,
feminizm, reklam, tüketim gibi alanlarda özgürlükler getirmiştir. Bu çelişik
yaklaşım, mütedeyyin kesimler tarafından devletin toplumu sekülerleştirmek için
muhafazakâr Anadolu ailesini çözme ve zayıflatma girişimi olarak algılanmıştır.
Yaşanan otuz yıl içindeki gelişmeler bunun pek de yabana atılır bir algı
olmadığını gösterir niteliktedir.
A: 12 Eylül’ün öne çıkan
değişimlerinden biri de “emek” ve “sömürü” kavramlarına karşıt bir söylem
geliştirmeye yönelik tutumlardır. Bunları kamuoyunun gündeminden düşürmek,
basit bir çağrışımdan ibaret, içi boşaltılmış ve sadece nostaljik çağrışımları
olan kavramlar hâline getirmek, sol ideolojileri dışlamak, değersizleştirmek,
yok etmek veya unutturmak amacını taşıyan anlayış özellikle medya ve basını bu
amaç doğrultusunda kullanmıştır. Dönemin gazetelerine bakıldığında, “12
Eylül’ün hemen ardından darbeyi meşrulaştırmayı amaçlayan “anarşi ve terör”
haberleri dışında, kamuyu ilgilendiren pek bir şey olmuyor gibidir. 1980
döneminin toplumu depolitize etme
anlayışı kısa sürede sosyal yapı üzerinde etkisini göstermiş, edebiyat da bu
değişimden nasibini almıştır.
Z: Bence ilginç olanı, bu
kampanya sonucunda sol ideolojinin milletin değerleriyle buluşma, barışma ve
kaynaşma sürecine girmek yerine, 12 Eylül rejiminin kurum ve aktörleriyle
uzlaşarak Anadolu dindarlığının karşısında mevzilenmeyi tercih etmiş olması…
A: Doğru… Sovyet Rusya’nın
yıkılmasıyla zayıflayan Marksist ideoloji, özellikle ülkemizde, varlığını
sadece dinî değerlere duyduğu kuşku, soğukluk ve umursamazlık üzerinden
muhafaza etmeye yönelmiştir.
Z: Böylece sol ideoloji Türk
edebiyatında kendine yeni bir konsept belirler. Ekonomik ve sosyal değişimler
sonucu “köy ve köylüyü, işçi sorunlarını gündeme getiren, gelir dağılımını
eşitsizliği vurgulayan eserler”, yerlerini “erotik/ pornografik, tarihsel kişi
ve olaylar, suç ve suçluluk, özel yaşam, homoseksüellik gibi öğeler üzerinde
yoğunlaşarak sınıfsal olguları ve politik düzeyi dışlayan romanlara bırakır.
A: 12 Eylül 1980 Askerî
Darbesi’ni konu edinen birçok roman yazıldı ülkemizde. Bu romanlarda 12 Eylül
askerî müdahalesine değinen konular; depolitizasyon uygulamaları ve toplumun
yeniden şekillendirilmesiyle oluşan yaşam biçimleri, işkence ve hapishane
ortamı, aşk ve ideoloji arasında sıkışmış bireylerin açmazları, örgüt içi
ilişkiler, çelişkiler ve çözülmeler, hesaplaşmalar, üniversite üzerinde kurulan
devlet baskısı ve sağ-sol çatışmaları etrafında kümelenmiştir.
Z: 1980 askerî müdahalesinin
öncelikli amaçlarından biri politikadan uzak, ideolojik duyuş ve düşüncelerden
arınmış bir toplum yapısı meydana getirmekti. Bu nedenle, apolitik bir toplumun
yapılandırma sürecinde 1960 Anayasası’nın özgürlükçü ve hatta anarşiyi
tetikleyici özellikleri öne sürülerek sert müdahalelerle siyasal örgütlerin ve
düşüncelerin yok edilmesi yoluna gidilmiştir. Söz gelimi Hayır romanında 1980
olaylarına yönelik bakış romanın merkezinde yer alan Prof. Aysel Dereli’nin
belleğinden hatıralar yoluyla verilir. Adalet Ağaoğlu darbeye sol perspektiften
bakan roman kahramanı Aysel Dereli aracılığıyla dönemin şiddeti önceleyen
yönetim anlayışına eleştirel yaklaşır.
A: 12 Eylül romanlarında ortaya çıkan temalardan
biri, ele alınan karakterlerin birey olmakla robot insan olmak arasındaki
açmazlarıdır. Dönemin romanlarında irdelenen politik kişilikler, bir ideal
peşinde yaşadıkları için ferdi duygulanımları ile sürekli bir mücadele hâlinde
kalmışlardır.
Z: 12 Eylül 1980 askerî
müdahalesi toplumsal bir dönüşümün gerçekleşmeye başladığı belirgin kırılma
noktalarından biridir. Siyasal, kültürel ve ekonomik alanlarda birçok yeniliğin
dayatıldığı yaşam modelinde en etkin değişim, toplumu depolitizasyon
süzgecinden geçirmek, insanları siyaset dışına itmek olmuştur.
A: 1980 müdahalesinin romana
etkileri de toplumsal değişime paralel olarak değişiklik göstermiştir. Dönemin
yazınsal gelişmelerinden de etkilenen Türk romanında o yıllardan sonra post
modern anlatımın öne çıktığı, toplumcu klişe romanlardan, sosyal mesaj içeren
angaje romanlardan sıyrılarak birey psikolojisini, ruhsal evrenini, cinselliği,
vitrin kültürünü, yalnızlık ve yabancılaşmayı odağa alan anlayışın hakim olduğu
gözlenir.
Eylül 2011’de Dil ve Edebiyat dergisinin A’dan Z’ye bölümünde yayımlanmıştı.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)






