2 Ağustos 2012 Perşembe

Okay: “Bir takım suların durulmasını beklemek zorundayız.” 
Prof. Dr. Orhan Okay ile Söyleşi*
Zafer Özdemir


ORHAN OKAY: 1931 yılında İstanbul'da doğdu. Vefa Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Çapa Yüksek Öğretmen Okulunun Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü başarıyla tamamladı. Üniversiteden mezun olduktan sonra Artvin ve Diyarbakır Liselerinde öğretmenlik yaptı.
1959 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi'nin Edebiyat Fakültesi'ne asistan olarak girdi. Hızla akademik alanda kendini geliştiren Okay, 1962 yılında Yeni Türk Edebiyatı üzerine doktorasını tamamladı. 1975 yılında Doçent unvanını alan Okay, 1988 yılında da Profesör unvanını almaya hak kazandı. Yaklaşık 36 yıl görev yaptığı Erzurum'dan 1994'te ayrılarak Sakarya Üniversitesine geçti. 1996'da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Halen 29 Mayıs Üniversitesinde görev alan Okay’ın çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış beş yüz kadar makale ve deneme yayını bulunmaktadır. 
Kitaplaştırılmış eserlerinden bazısı ise şöyle; Mehmet Kaplan’dan Hatıralar Mektuplar, Silik Fotoğraflar, Bir Başka İstanbul, Kendi Sesinin Yankısı Necip Fazıl Kısakürek, Sanat ve Hayat, Abdülhak Hamid'in Romantizmi, İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti Beşir Fuad, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Şeyh Galip-Hüsnü Aşk, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Mehmed Akif Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Necip Fazıl Kısakürek ve Ahmet Hamdi Tanpınar.

İlim ve sanat hayatınızı okuyucularımıza hangi cümlelerle özetlemek istersiniz?
Aktif bir sanat hayatım yok. Her hâlde o tarafa kabiliyetli değilim. İçimde bir takım istekler olmadı değil, fakat gerçekleştiremedim. Fakültede okurken Hattat Halim Hoca’dan bir buçuk yıl kadar hat meşk ettim, devam ettiremedim. Türk ve Batı klasik musikisini severim. Kendime göre epeyce sayılabilecek bir plak koleksiyonum var, ama bir âlet çalamadım. Kendi alanım olan edebiyatta da şiir, roman, hikâye yazmak gibi denemem bile olmadı. Ama sanatkârlara, sanatkâr ruhlu insanlara hep saygı duydum. Öğrencilerim arasında böyle kabiliyetleri olanlara ilgi gösterdim, teşvik ettim. İlim hayatıma gelince. Alanımla ilgili konularda çalışma hevesim, neredeyse ortaokul sıralarında başladı diyebilirim. Fakülte öğrenciliğimden beri bu gibi çalışmalarım ve yayımlarım devam ediyor. Bu konularda da sınırlı alanlarda yazı yazdığımı görüyorum. İki çeşit yazı tarzım vardır. Biri olabildiği kadar objektif, belgelere dayanan, programlı, dipnotlu akademik yazılar. Diğeri de edebiyat ve başka konular üzerine daha rahat ve değer yargılarımı, yorumlarımı, kanaatlerimi de ihtiva eden deneme tarzı yazılarım. Bu ikisini birbirinden ayırmaya gayret ederim ama yine de birbirine karıştığı oluyor. 

Mehmet Kaplan’ın öğrencileri bir ekol oldu. Bu geleneğin temel hassasiyetleri nelerdir? Peki Edebiyat Fakültesinde bir “Ahmet Hamdi Tanpınar ekolü” de var mıdır?
Böyle bir ekol mü var? Bir Mehmet Kaplan ekolü olduğu muhakkak. Araştırma yazılarında disiplinli, kaynaklara bağlı, yorumlarında iddiasız ve ihtiyatlı, güvenilir olmak. Kaplan’dan doktora yapıp üniversitelerimizde hocalık yapanların hemen hepsi bu yolu takip etmişlerdir. Bence Tanpınar tek başına kendi tarzını temsil eder. O, ilim adamlığı ve akademik şahsiyetinden ziyade veya onunla beraber daha çok sanatkâr özelliğinin hakim olduğu bir insandır. Şairdir, hikâye ve roman yazarıdır. Edebiyat tarihinde, hatta ansiklopedi maddelerinde bile şairliğini, roman yazarlığını bırakmaz. Meselâ Mehmet Kaplan’dan da daha disiplinli, kuru diyebileceğim bir üslûbun adamı olan Köprülü var. Edebiyat tarihçiliği onun için âdeta bir matematik denklemi gibi dili, formülleri, değişmez yapısı olan bir alandır. Eserinde “biz” derken bütün bir ilim adına, ilim dünyası adına konuşur. Tanpınar ise “ben” dediği zaman orada uzak-yakın çağrışımları, okuyucuyu şaşırtan bir kültür birikimini sarf eden bir Hamdi Bey vardır. Aslında edebiyat tarihçiliği için bu tarz tehlikeli bir oyundur. Tanpınar bu oyunda başarıya ulaşmış, nadir hatta ender, kendine mahsus bir bilim ve sanat adamıdır. Onun takipçisi olduğunu bilmiyorum ve bir ekolden bahsedilebileceğini de zannetmiyorum.  

İlmî çalışma ahlakı hakkındaki tavsiyeleriniz nelerdir?
Etik alanına girdik. Zor bir mesele. Bu işin evvelâ hukuki yani resmî bir tarafı var. İlmî çalışmaların, ilim hayatının merkezi olması gereken üniversitelerimizin gerek idari işleyişi, gerekse öğretim üyeliği konusunda etik bakımdan tartışılacak çok yönleri var. Klikler, gruplaşmalar, birbirlerini çekememezlikler, dedikodular, kaprisler, haksız kayırmalar ve adam harcamalar, şahsiyata ve şahsî ilişkilere bağlı değerlendirmeler, çok düşük seviyede tezler… Bu resmî olanın dışında bir ilim adamının sahip olması gereken ve etik konusuna giren özelliklere gelince. Dünya görüşü ne olursa olsun çalıştığı konuda tarafsız olmak bunun başında gelir. İşine gelen belgeleri ve bilgileri kullanmak, gelmeyenleri görmezlikten gelmek bu tarafsızlığa aykırı olur. Kendisinden önce yapılmış çalışmaların hakkını vermek, belirtmek yani çalıntı mal kullanmamak. Bildiklerini meslektaşlarıyla, genç ilim adamlarıyla esirgemeden paylaşmak. Kullanmadığı belgeleri ve bilgileri onların faydalanmasına sunmak.        

Eleştiri kültürümüzün, eleştirinin gelişmesi için neler yapılmalı?
Eleştiri yapacak olanın bir eleştiri zihniyetine sahip olması gerekir. Bu, genel eleştiri anlayışıyla ortak bir zihniyet olabileceği gibi tutarlı olmak şartıyla farklı ve kendine mahsus da olabilir. Burada tutarlılığı şu manada kullanıyorum: Bir kişiyi veya eseri eleştirdiğinde değer yargıları, benimsediği ölçüler ne ise başka bir eleştirisinde de aynı ölçüleri kullanabilmelidir. Bu da eleştirinin etiğidir. Öte yandan eleştirilenin tutumu da bu konuda önemlidir. Kendisine göre yanlış veya doğru, eğer eleştiriye tahammülü yoksa, eleştireni aşağılamaya kalkıyorsa böyle bir durumda eleştirecek olan da ister istemez ihtiyatlı olmak zorunda kalıyor. Böylece hayatta olan şahsiyetlerin eleştirisinde ya yakınlıklar veya husumet rol oynuyor. Bu da neticede şüphesiz medeni cesaret yokluğundan kaynaklanıyor. Böylece eleştiri dediğimiz alan çok defa ya dayanaksız methiyeler yahut kıyasıya kavga alanı hâline geliyor. 

EDEBİYAT TARİHİMİZ YENİ BİR TANPINAR BEKLİYOR!

Özellikle üniversitelerde zaman zaman edebiyatımıza bir bütün, tek bir parça olarak bakamadığımız; Türk edebiyatını parçacı bir şekilde ele aldığımız konusu bir eleştiri olarak dillendiriliyor. Sizce edebiyat tarihimize daha bütünlüklü bakmak mümkün mü? Millet olarak tarih sahnesinde yer alışımızın seyrini edebiyat tarihimize bakışımızda tam olarak yansıtabiliyor muyuz?
Bütün veya parça her iki usûlün de ihmal edilmemesi gerekir. Üniversitelerimizin az olduğu ve monografilerin eksik olduğu zamanlarda böyle bütün bir edebiyat tarihi yazmanın, değer yargılarında bulunmanın güçlüğü ortadadır. Bugün Türkiye’de, hatta Türkiye dışında pek çok üniversitede Türk edebiyatın çeşitli alanları ve konuları üzerine pek çok monografik çalışma yapılmıştır. Son yıllarda yine böyle monografik konulardan kurulu, yani farklı yazarların makalelerinden oluşan edebiyat tarihleri de yayımlanmıştır. Ama dediğiniz gibi millet olarak tarihteki yerimizi, medeniyet, kültür ve sanat tarihimizle beraber bütünleşecek bir anlayışla yazılacak yeni bir edebiyat tarihine ihtiyacımız var. Bunun için de felsefe kültürü kazanmış, çok yönlü bir edebiyat tarihçisini bekleyeceğiz. Yeni bir Tanpınar da diyebilirsiniz. 

Medyada çeşitli tartışmalar kavramlar üzerinden yapılagelmekte… Millet kavramının bu tartışmalarda sıkça gündeme geldiğini görüyoruz. Siyasi, sosyal, kültürel hayatımızın anahtar kavramlarından biri olarak “millet” denilince ne anlamak gerekir?
Milletin klasikleşmiş tariflerinde birtakım ortak değerleri olan insanların teşkil ettikleri topluluktan bahsedilir. Dil, din, ırk, toprak (vatan), tarih, ideal, irade, ahlak, örf,  âdet ve gelenekler… Bununla beraber her milletin teşekkülünde bu değerler farklı rol oynamıştır. Belki her milletin varlığı için farklı tarifler gerekecektir. Buna bir de çağımızın global dünyasında, bir milletin varlığında bu değerlerin başka milletlerin değerleriyle birbiri içine kaydığını düşünmek gerekir. Çeşitli uluslararası anlaşmalar, milletler arasındaki birlikler, bir milletin kendisine mahsus olan değerlerini başka istikamete zorluyor. Milletimiz iki yüzyıldan beri bu bocalamaların içinde millî varlığını ayakta tutmaya çalışıyor. Sorunuza tam bir cevap veremiyorum. Bunun için bir takım suların kaynaşmasını, durulmasını beklemek zorundayız.  

Güçlü şiir geleneğimizle kıyaslandığında, nesrimizin ona yetişmesi için hayli yol kat etmesi gerektiği söylenir. Nesir konusunda, Türk edebiyatının son asırdaki gelişimini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir edebî metin olarak nesrimizin geç başlamış olduğu muhakkak. Geleneğimizde edebiyat şiirden ibarettir. Bugün edebî birer metin olarak okuduğumuz geleneğin süslü nesri (inşâ) yahut bazı tarih metinleri, bir nesir sanatı vücuda getirmek için kaleme alınmış değillerdir. Yani edebî tür değildir. Tür olarak nesrin tarihi, aşağı yukarı Batılılaşma tarihimizle paralel. Bunun da bir roman, hikâye dili olarak gelişmesi için bir yarım yüzyıl kadar daha beklemek gerekmiştir. Kısaca yirminci yüzyılın başından beri bir Türk nesrinin, Türkçe nesir edebiyatının varlığından rahatça bahsedilebilir. Bu sonuç da, sadece dilimizin iç gelişmesinden ibaret değildir. Edebî türlerde örnek aldığımız Batı edebiyatı, bu iç gelişmeye paralel olarak, dışarıdan da nesrimizi etkilemiştir. Başka türlü olması da beklenemezdi. Günümüzün sanatkâr yazarlarının, dile gereken itinayı gösterenlerin nesirleri bir mükemmelliğe ulaşmıştır. Bu arada radyo, televizyon ve şov programlarının, gazeteci ve reklamcı dilinin yozlaşması, önüne geçilmesi zor, ayrı bir konu olarak duruyor.   

Mevlâna, son dönemde üzerinde en çok durulan isimlerden biri. Öyle ki Mevlâna üzerinden bir ekonomi gelişti; âdeta bir Mevlâna Ekonomisi oluştu. Sema gösterileri, çeşitli Mevlana ikonları ve beraberinde onun “bir İslam mistiği” olduğu söylemiyle şekillenen bir Mevlâna algısı var. Siz Mevlâna üzerinden gelişen bu piyasa, tüketim kültürünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Zamanla büyüyen, gelişen, kalabalıklaşan, kitle hâline gelen insanlar için de toplu faaliyetlere (gösterilere diyecektim ama yakışıklı bulmadım) ihtiyaç vardır. Vaktiyle mütevazı bir tekke ortamında huşu içinde vecde gelen insanımıza o hayatı aynı ortamda tattırmak bugünün şartları içinde mümkün görünmüyor. Esasen vaktiyle de, tekkelerdeki ayinlerin, fazla kalabalık olmasa da, seyircilere özellikle ecnebilere gösterildiği bilinmektedir. Ben bazı yabancı turist rehberlerinde, hangi tekkelerde haftanın hangi günü ayin yapıldığının haber verildiğini biliyorum. Bütün mesele bu gösterilerin futbol topu seyircisinin yahut sahne sanatçıları dinleyicisinin kitle heyecanını (tepinmeler, alkışlamalar vs) tahrik etmemesidir. Tekkedeki huşudan bahsettim. Ben bugünkü Mevlevi ayinlerinde bu huşuun varlığını hissediyorum. Bilmiyorum, belki de yanılıyorum. Yalnız Mevlevilik için değil, biraz da meselâ televizyonda Kur’an ve mevlit okuma gibi programlar için de düşünebiliriz. Ne kadarı ticaret, ne kadarı hasbî? Nihayet radyo, televizyon, sahne denen şeyler de birer mekândır yahut alettir. Kullanma niyetine bağlı.

Edebiyat-musiki ilişkisini göz önünde tutarak eski müzik eserlerimizdeki sözlerin fevkalade derin anlamlı ve geniş söz dağarcıklı olmasına karşılık günümüzdekilerin oldukça sığ ve sıradan olmasını sizce neye bağlamak gerekir?   
Doğrusunu isterseniz günümüzün şartlarında müzik zevkini kaybettim. Devlet televizyonlarında bile programlı müzik, yani fasıl müziği kayboldu. Zaten işitme zorluğum bu dinlemeyi biraz daha güçleştiriyor. Eskiden güfte denirdi, şimdi söz yazarlığı diye bir şey zuhur etti. Bir yığın kasetler, disketler, albümler dolduruluyor. Daha senesi geçmeden çoğu çöplük oluyor. Bu söz yazarlarından, müzik yapanlardan ileriki yıllara ne kalacak, şüpheliyim. Yalnız eski eserlerimiz için “fevkalâde derin anlamlı” diye bahsettiğiniz eski güftelerimiz için size katılamıyorum. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yarısında umumiyetle meşhur şairlerin sözleri bestelendiği için bunların pek çoğu oldukça anlamlı ve güzeldir. Ama klasik dönemimiz için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bunların çoğunun bestesi şiir bakımından zayıf metinlerdir.  Öyle zannediyorum ki bestekâr, eserinin şiirin güzelliği altında ezilmemesi için kasten basit güfteleri tercih ediyor. Bunların büyük bir kısmında yer alan ve manası olmayan terennümler de aynı şeyi gösteriyor. Bu, benim genelleştirmekten çekindiğim bir izlenimim. Daha ayrıntılı olarak bir sayım döküm yapılabilir.  


*Dil ve Edebiyat dergisi, Şubat 2012, sayı 38, s.22-26.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder