“Sanat
ruhun derinliklerini kurcalama gayretidir.”
Ben bugün toplumumuzda bir ruh eksikliği görüyorum. Bu sebeple Plevne adlı
romanımda savaş ortamında yakalanan o ruh hâlini anlatmaya, aynısını bugünkü
insanımızın da hissetmesine gayret ediyorum. Vatan tehlikede olduğunda cephede
daima o ruhu görmüşüzdür. Milletin istikbali söz konusu olduğunda, yine o ruhu
buluruz kütüphanelerde, laboratuarlarda…
Mehmet Niyazi Özdemir ile Söyleşi*
Zafer Özdemir
Yeni
bir roman yazdınız. Tekrar hayırlı olsun. Kitabınızla ilgili meseleleri
konuşmak istiyorum. Ancak öncesinde sormak istediğim bazı sorular var. Her edebiyatçı,
siyasi, kültürel, toplumsal ortamın etkilerini üzerinde hisseder. Siz edebiyat-toplum
ilişkilerini nasıl görüyorsunuz?
M.
Niyazi: Ben
edebiyatı ve kültürü ruhi bir olay olarak telakki ediyorum. Sanat ruhun derinliklerini
kurcalama gayretidir. Ben ruha inanmayan bir ideolojinin, bir insanın derinliği
olabileceğine inanmıyorum.
İnsan,
özellikle de sanatkâr, cemiyetten çok şey alır. Aldığı gibi, ona bir şeyler de vermek
ister. Cemiyette eksiklikler gözüne çarparsa onların da tedavisine gayret eder.
Kendisini cemiyetten soyutlayamaz. Edebiyat, şiir, sanat, cemiyetin dayandığı metafizik
ve tarihî temelden beslenir. Bundan mahrum olanların ciddi derinlikte bir sanat
üretebileceğine ihtimal vermiyorum. Nietzsche, “Allah’ı unutursak cemiyetin
bütün değerlerini çürür.” der.
Bu bakımdan,
benim sanat telakkim toplumun değerlerini ayakta tutan metafiziğe dayanır.
Edebiyatın metafizik derinliği olmalıdır. Bütün kültürlerin metafizik derinliği
vardır, tarihî boyutu vardır. Tarih ve metafiziği kültürden, medeniyetten
ayıramazsınız. Ben de bu iki boyutu kurcalamaya çalışan bir insanım.
Özellikle
Çanakkale Mahşeri’yle beraber bu duyuşunuzu belirginleştirdiniz,
perçinlediniz. Zamaneye mi seslenmek
istiyorsunuz?
M.
Niyazi: İnsanları,
cemiyeti acılar motive eder. Ben bu acıları gençliğe duyurmak istiyorum. Bunu,
tarih şuuruna sahip olmaları için yapmak istiyorum. Ben iki yüz yıldan beri şu veya bu sebeple
idrakimize beton döküldüğü kanaatindeyim. Kendi tarihimizle buluşmadığımız
sürece tarih şuuruna da sahip olamayız, buna paralel olarak metafiziğimiz de
saf ve temiz hâlini koruyamaz.
Tabii,
son dönemde Türkiye'de de yaygınlaşmış olan metafiziği dışlayan anlayışlara
ters bir şey söylüyorsunuz. Sizinle metafizik-edebiyat ilişkisi üzerine de
konuşmak istiyorum ama ilk kısımda biraz daha genel konulara yer verelim. Bugün
yaşadığımız sorunların izlerine Plevne adlı son romanınıza konu aldığınız dönemde
de rastladınız mı? Mesela bir rapor yayımlandı yakın zamanda… Dünya'da 7
kişiden 1’inin açlık tehlikesiyle yüz yüze olduğu söyleniyor.
M.
Niyazi: Tarihî olaylar birbirinden bağımsız cereyan
etmez. Bugün yaşanan birçok sorunun kökeni Osmanlı’nın son asrında yaşanan
gelişmelerde gizlidir. Özellikle Osmanlı’nın yerine egemen olmaya başlayan
emperyal güçlerin açtığı sorunlar, bugün telafisi imkânsız boyutlara
ulaşmıştır. Bunların tarihî arka planında bazı temel dayanak noktaları vardır.
Bunları açmak gerekir.
İslamiyet hak
duygusuna dayanır. İslamiyet’te ne din ekseni vardır ne de ırk ekseni... İslamiyet
hak ekseni üzerine kurulmuş bir ilahi yapıdır. Bugün dünyada yedi kişiden
birisi açsa, bunun sebebini kapitalist dünyanın hak duygusundan yoksun
olmasında aramak gerekir.
Bizim
itikadımızda rızık Allah’a aittir. Hristiyanların, Mecusilerin, ateistlerin de
rızkını Allah veriyor. Osmanlı’nın evvela kendi ümmetine sahip çıkan bir görüşü
vardı. Bu görüşü Açe örneğiyle izah edebiliriz. Bugün Açe-Endenozya tarih
sahnesinde varsa, bu Osmanlı’nın tarihî yardımıyla mümkün olmuştur.
Ama bunun
aksine aynı dinî anlayışa sahip olmakla birlikte tarihte İngiltere’nin İrlanda’ya
karşı büyük zulümler yaptığını görüyoruz. Osmanlıların Müslim, gayrimüslim
ayırt etmeksizin kendi tebaasına sahip çıktığı gibi, mazlum olması şartıyla
başka milletlere de sahip çıktığını, gerektiğinde maddi destek de verdiğini görüyoruz.
Osmanlı, 1541 senesinde, İngiltere ile karşı karşıya gelme pahasına, donanmasını
göndererek İrlandalılara destek olmuştur.
Osmanlı, “burada bir insan kıyımı var, benim bunun önüne geçmem gerekir”
diye düşünmüştür.
Şimdi olduğu
gibi, geçmişte de dünyada az sayıda güçlü devlet vardı. Tarihe bakınız, iki
süper güç birbirini dengeler; küçük devletler ise o süper güçlerin gölgelerinde
hayat hakkı ararlar.
Devletlerle
insanları birbirlerine benzetirler fakat insanların hayâ gibi, utanma gibi, hak
duygusu gibi iç denetim mekanizmaları vardır. Devletlerde bu yoktur.
Dolayısıyla devletler tuzlu su içen insan gibidir. Kuvvetlendikçe kuvvetlenmek
isterler.
1774 Kartal
Meydan Muharebesi’nden sonra biz süper güç olma vasfımızı maalesef kaybettik. Arkasında
süper güç olmayan milletler yetim milletlerdir. İslam ümmeti ve Uzak Doğu
dinlerinin salikleri de yetim ümmetlere girerler. Bunların arkasında bir
Osmanlı olsaydı Çeçenistan kıyımı olmazdı, bir Boşnak kıyımı olmazdı; bir
Filistin kıyımı olmazdı. Bunlar yetim ümmetlerin parçaları olduğu için ezilmekte,
öldürülmekte, doğranmaktadırlar. Hak duygusunun yeryüzünden kaybolması, bugüne
Plevne yıllarından miras kalmış bir problem olarak insanlığa yeter de
artar.
Çanakkale’nin,
90'lı yıllara kadar romanlarda doğrudan çok fazla yer almadığı görülür. Peyami
Safa'ların, Yakup Kadri'lerin, Halide Edip’lerin, Tanpınar’ların, yani Türk
romanının önemli isimlerinin bile, Çanakkale gibi o günün temel konularına
değinmediği söyleniyor. Açıkça bir kayıtsızlık hâli var sanki… 90'larla
birlikte Çanakkale konusuna bir ilgi yoğunlaşması oluyor. Özellikle sizin
romanınızdan sonra bu konuda başka tarihî romanlar da yazıldı. Şimdi ise konu
olarak Plevne’yi ve onun etrafında dönen olayları seçtiğinizi görüyoruz. Konu
seçiminde ne gibi şeylere dikkat ediyorsunuz?
M.
Niyazi: Çanakkale, Plevne bizim tarihimizde nirengi
noktalardır. Benim roman anlayışıma göre, bu noktaların aydınlatılması,
anlaşılması gerekmektedir. Ama Türkiye’deki roman yazma düşüncesi nirengi
noktaları üzerinden değil başka şeyler üzerinden yapılıyor.
Bana sorarsanız,
Çanakkale hakkında 253 bin roman yazılabilir. 253 bin şehidimiz var orada.
Evvelki sene 400 küsur tane roman yazılmış. Bunların çoğu “Çanakkale” ile ilgili. Çoğunun “tuttu, bari
ben de bundan pay alayım!” diye yazıldığı anlaşılıyor. Bu yaklaşım konuyu dejenere etmektir.
Çanakkale’nin acısını duymadan o romanı yazıyorsanız, romanı da, konuyu da katledersiniz.
Ne var ki, kimsenin kalemini tutamayız, kimseye yazma diyemeyiz, herkes
yazacaktır.
Plevne
meselesine gelince… Plevne’yle alakalı, 1980’e kadar, Ruslar’da 481 cilt eser
yazılmış. Romenler var, Karadağlıların, Sırpların, Bulgarların ne yazdığını
bilmiyorum. Ama bizde bir Metin Hülagü araştırma yapmış, bir de Enver Behnan
Şapolyo’nun çalışması var. Ayrıca bir iki tane de bir kısmı eski yazı, irili
ufaklı eser var. Plevne gibi destansı, tarihî mesele ile ilgili kaynak
yetersizliğimiz ayıp denecek düzeyde…
Sözünü
ettiğiniz yazarların çoğu, sanatlarını hissî ve kalbî meselelere
indirgemişlerdir. Onlar romana bizim bahsettiğimiz tarihî nirengi noktaların
romanda işlenmesi gerektiği şeklinde bakmamışlar. Bunu bir eksiklik de
saymıyorum. Onların zamanında ekonomik sıkıntılar daha fazlaydı. Mesela Peyami
Safa her gün yazı yazmak durumunda kalmış, 300 küsur eser bırakmış. Diğerleri
de onun gibi insanlar. Onlara bir şey söylemiyorum.
Ama bugün
bakıyorsunuz, cemiyetimiz ruhunu kaybetmiştir. Bu ruhu kazandırmak, acısı
olanların görevidir. Ben öyle bakıyorum meseleye. Öyle her yazdığını beğenen
bir insan değilim. Diyebilirim ki, münevver olmanın gerektirdiği sorumluluktan,
yani zaruretten dolayı yazıyorum.
Bir gün vapurda
gidiyorum, yanımda oturan uzun saçlı üç dört gencin birbirlerine “Mahmut Sabri
Bey, Lütfü Bey…” şeklinde hitap ettiklerine şahit oldum. “Bu dönemde, bu
nezaket!” diye düşündüm ve ilgimi
çektiği için sorma ihtiyacı hissettim. “Affedersiniz gençler, adınız Mahmut
Sabri Bey mi?” diye sordum. Sonra da merakımı dile getirerek “Hayırdır, neden
birbirinize böyle hitap ediyorsunuz?” diye ilave ettim. Uzun saçlı gençlerin
cevabı ilginçti. Meğer -sizin de hatırlayacağınız- o büyük yangından sonra Çanakkale’ye
gönüllü ağaç dikmeye gitmişler; orada öğrendikleri bazı Çanakkale
kahramanlarının isimlerini kendilerine kod adı olarak almışlar da birbirlerine
o adlarla hitap ediyorlarmış. Bence bu güzel bir şey… Böyle bir davranış, o
ruha ihtiyaç duymaktır.
Peki,
sizce Plevne’nin önemi nedir?
M.
Niyazi: Plevne
denen Osmanlı şehri, 1877-1878’deki Osmanlı-Rus Harbi’nin önemli bir parçası. Bu
harbe girişimizde o zamanki yetkililerin bazı manipülasyonları olmuş. Savaş
kararı çıkarmak için Meclis’e sahte rapor vermişler; önceden tasarlanmış bir
hesabın sonucu olarak bu savaşa giriyoruz. II. Abdülhamit, “Ben başınızda olmak
üzere hep birlikte bir vatan müdafaasına girelim. Dünyada görülmemiş bir
savunma örneği gösterelim” diyor. Ne var ki, Plevne’de süper güç olma
hüviyetimizi kaybettik. Plevne’de galip gelseydik, Rusya büyük bir darbe
yiyecekti. Maalesef galip gelemedik. Plevne bizim omurgamızın dağıldığı
savaştır.
Rusya bizden
180 bin km toprak aldı, güçlendi. Ancak bu savaş sonrasında Rusya’da da çara
karşı büyük infialler başladı. Kanaatime göre, 1917 Bolşevik Devrimi’nin temeli
Plevne sonrasındaki o konjonktürde atılmıştır. Bu sebeple Plevne hem bizim açımızdan
hem de Rusya açısından çok önemli bir savaştır.
Toplumumuz
için uyulması gereken tarihî koordinatları hatırlatıyor, adeta uyulacak bir yol
haritası çıkarmaya çalışıyorsunuz. Sizce eksik olan başka neler var, toplumsal
gelecek tasavvurumuzda?
M.
Niyazi: Ben bugün toplumumuzda bir ruh eksikliği
görüyorum. Bu sebeple Plevne adlı romanımda savaş ortamında yakalanan o ruh hâlini
anlatmaya, aynısını bugünkü insanımızın da hissetmesine gayret ediyorum. Vatan
tehlikede olduğunda cephede daima o ruhu görmüşüzdür. Milletin istikbali söz
konusu olduğunda, yine o ruhu buluruz kütüphanelerde, laboratuarlarda…
Geçmişte böyle
olurken, şimdi neden bu ruhta insanlarımız çıkmıyor çok sayıda? Geçmişte birçok
ilim adamımız olduğu hâlde şimdi neden tek bir Einstein bile çıkaramıyoruz? Hâlbuki
geçmişte sadece devlet kurmuş bir millet değiliz biz. İbni Sina 400 sene Avrupa’da
ders kitabı olarak okutuldu. Farabi hâlâ okutuluyor. Birunî’nin hâlâ etkisi
var. Ne yazık ki, bütün bu dev adamlar geride kaldı, yenilerini çıkaramıyoruz.
Çünkü artık medeniyet kurma ıstırabımız kalmamış. 200 yıldan beri tarihimiz ray
değiştirmiş. Haksızlık etmek istemem ama cemiyetimiz kendi kaynaklarından yola
çıkarak medeniyetini tazeleyememiş. İş devlet adamlarına kalmış. Devlet
adamlarının aklı gözündedir. Onlar sadece caddelerin güzel olduğuna, parkların
temiz ve bakımlı olduğuna bakmakla yetinirler. Ama bu olumlu özelliklerin nereden
geldiğini, sebeplerini izah edemezler. Bu noktada milletimize kendi ruhunu hatırlatma
çabasına yoğunlaşmamız gerekiyor.
Roman
üzerinden gidersek, edebiyatımızda Ahmet Mithat Efendi’nin Firkat, İzzet Melih’in
Tezat, Halit Ziya’nın Bir Ölünün Defteri, Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul,
Sevinç Çokum’un Hilal Görününce adlı eserlerinde Ruslar bize farklı yönleriyle
yansıtılıyor. Romanlarımızda Rus yayılmacılığı, Rus zulmü, Kırım Savaşı, Ermeni
zulmü, Panislavizm gibi konular işleniyor. Peki, günümüzde Ruslarla ilişkimiz nasıl
seyrediyor?
M.
Niyazi: Ruslarla geçmişimiz çok eskilere dayanır. Bir
rivayete göre, Yavuz Sultan Selim, Kırım hanına “Bunlar çok ürüyor, üzerlerinden
seferi eksik etmeyin!” demiş. Asırlar öncesinden Rusların dünya siyasetinde
etkin olacağı görünüyor. Ruslar, tarihte Avrupa’daki iki önemli güçten biridir;
diğer güç Cermen kavimleridir. Ufak
tefek harpleri saymıyorum, Ruslarla on bir kez büyük harp yaşadık, beşini biz
kazandık, altısını da onlar.
Dolayısıyla
harp tarihimizde “Rus zulmü” diye bir kavram oluşmuştur. Çünkü Rus zulmü bütün zihinlere
kazınmıştır. Ancak tek savaş zalimi Ruslar değildir. Osmanlı-Rus harbinde Bulgarların
da çok zulümleri olmuştur. Plevne romanında Rus ve Bulgar zulümleri Forbes’in
ağzından anlatılmıştır.
Savaşlar
tarihî kesişim noktası olunca Ruslar da hâliyle zulümleriyle zihinlerde yer
ediyor. İki toplum arasında zihinlerdeki imajın oluşmasına yazarların katkısını
nasıl değerlendiriyorsunuz?
M.
Niyazi: Forbes,
çok yakinen bu işleri görmüş, yazmış, çizmiş. Tabi orada başkaları da var ama
kitap çok kalın olur diye sadece Forbes’i alabildik. Romandaki zulümler doğru,
gerçek, hayal mahsulü değil. Yerli ve yabancı tanıkların aktardığı gerçekler…
Yazarların bir
görevi de halklar arasındaki düşmanlığı körüklemek değil dostluğu takviye etmektir;
ancak zulmü görmezlikten gelmek de son derece yanlıştır. Tabii, biz olanı
olduğu gibi yazmaya çalıştık. Hatta birisi şöyle bir şey sordu: “Gazi Osman
Paşa’ya hürmet eden bir çar bu kadar zulmü nasıl yapar?”.
Charles
adında birinin bir mektubu var, dikkatimi çekmişti. Bu şahıs paraya ihtiyacı olduğu
için savaşa katılıyor.
M.
Niyazi: Charles, Çanakkale’de de bulunmuştur. Çanakkale’de
Avustralya’nın baş albayı olarak Plevne madalyasını taşıyordu.
Biraz
onun üzerinden sorgulayalım; Charles’ın zihninde başka bir Türk/Müslüman imajı
var. Nasıl bir imajdır bu, nasıl oluşmuştur?
M.
Niyazi: Charles’ın
zihninde “Bulgarları pırasa gibi doğrayan” bir Türk imajı var. Çünkü Avrupa’daki
basın öyle yazıyor, böyle bir imaj oluşuyor. Ama Charles, Plevne’ye gelince
bambaşka bir hâlle karşılaşıyor. Samimi olarak, “ben Türkler kadar güzel ve
sağlam karakterli adam görmedim” diyor. Bunun bir sebebi olması lazım. Kendince
bazı sebepleri şöyle sıralıyor: “Bir, dinden dolayı alkole er sürmezler. İkincisi,
hanımlarla gayrimeşru ilişkilerde bulunmazlar; bu sebeple çocukları zührevi
hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmaz.” Bunların hepsi belgelerle sabit, ben
uydurma bir şey yazmam.
Romanınızdan
okuduğuma göre, Charles, yaşadığı şaşkınlığı mektubunda şöyle ifade ediyor: “Bu
fakir, cahil insanlar ölürken bile sebep bulabiliyorlar; bizim yaşamaya sebep
bulamayışımız felaketimiz olmaz mı?”. Böyle diyerek Mehmetçiğin saygınlığını
dile getiriyor. Zaten siz de roman yazma anlayışınızın temelini hayatın
metafizik boyutu ile ilişkilendirmiştiniz. Bunu biraz açabilir miyiz?
M.
Niyazi: Metafiziksiz
bir dünyanın izahı kabil değil... Bizim romanlarımızda metafizikle beraber ikinci
bir sütunu daha görmek mümkün... Bu sütuna da tarihilik diyebiliriz. Yani
Türkiye’nin, Türk milletinin tarihî gerçekliği… Bugünkü cemiyetimiz gökten zembille
inmemiş. Benim projektör tutmaya çalıştığım ise cemiyetimizin mazideki saf ve
temiz ruh hâli. Bu ruh hâli bugünkü çağda nasıl yansıtılabilir? Ben, o ruha
ihtiyacımız olduğunu dile getirerek milletimize hizmet etmeye çalışıyorum.
Tarihimizi iyi
bilmeye ihtiyacımız var. Medeniyet bir birikimler toplamıdır. Mesela harpta
buluşlarımız olmuş, taktikler geliştirmişiz ama bunları belli bir kaynakta
toplayamadığımızdan, bu bilgi birikiminden yeni nesiller istifade edememiş. Her
harp bizim için sil baştan yeniden olmuş. Mesela dünyada o zamana kadar askerî tabyalar
toprak üzerindedir. Bunu ilk defa Osman ve Tevfik Paşalar kendi gayretleriyle
toprak altına indirmişler. Ben romanlarımı yazarken aynı zamanda bu millî
birikimlerimizin önemine de dikkat çekmek istiyorum.
Mesela
siz kaynak eksikliğinden bahsediyorsunuz o dönemi ortaya çıkarırken… Ancak
neticede canlı bir hayat yansıyor romanınıza. Geçmişe ilişkin bir hayatı
anlatırken, eksik parçaları siz tamamlıyorsunuz. Anlattığınız savaş taktikleri
gibi dil ve edebiyat da yerini alıyor bu birikimde. Mesela askerler arasındaki
diyaloglara ilişkin bir kaynağa ulaştınız mı?
M.
Niyazi: O diyalogların
çok azına ulaşabilirsiniz. Mesela Silivrili Bakkal Mustafa Çavuş, ömrü
savaşlarda geçmiş gerçek bir kahramandır. Bu kahramanı kişilik olarak tanıdığımız
zaman, onun çeşitli olaylar karşısındaki tutum ve davranışlarının nasıl
olacağını da üç aşağı, beş yukarı tahmin edebiliriz. Önemli olan, bir roman
kahramanımızın gerçek hayat hikâyesinin temel çerçevesidir. Yani kahramanımızın
kişiliğini, ne yapıp ettiğini genel olarak bilirsek, şöyle bir olayla karşılaştığında
acaba ne yapar diye sorar ve bir tahminde bulunuruz. Artık orada romancının
hayali devreye girer. Burada tarihle edebiyatın da farkı söz konusudur. Tarih kitapları,
savaşlardaki çavuşa, ere kadar inmezler. Albay, general, paşa seviyesinde, alay
seviyesinde kalırlar. Ama “ufak
adamların” romanını gün yüzüne çıkarmak, onların süngüleriyle zaferler çıkarmak
edebiyatın görevidir. Zaten edebiyatın ele alacağı esas mesele de budur.
Tarihî
romanlarla ilgili tip-karakter ayrımı yapılır? Siz, Genç Osman’ın veya Türk
askerlerinin her birinin bütün toplumu yansıttığını, yansıtan bir prototip
olduğunu mu düşünüyorsunuz? Veya bir Bulgar ya da Rus, kendi toplumunu temsil ettiği
için mi, yoksa insani zaafından dolayı mı zulüm yapıyor?
M.
Niyazi: Plevne romanında Draga diye bir Bulgar
hanım var. 9 yaşında bir çocuğu kurtarıyor zulümden. Onu fıçının altına
gizliyor, gece dağa kaçırıyor, ona yemek ekmek getiriyor. Bulgarlar hepsi kötü
olsaydı, Draga da oradan çıkmazdı. Türk
tabyasının başına bir Rus geliyor. Sen sıcak memleketinden geldin, biz
buzullardan geldik, bizi bu hâle getirenler kahrolsun, diyor. Burada ben bir
milleti, İslamiyet’in dışındaki bir dini kötülemiyorum. Ancak şu da bir vakıa
ki, bazı tarihî gerçeklerin ardında kinle beslenmiş intikamcı duygular var. Fakat
adil olmalıyız; bizimkilerin de hepsinin iyi olmadığını gösteren Feleksiz Ramiz
adında bir tipimiz var. Hemen süngülüyor adamı mesela.
Ben tarihî
romanların salt kurgulanarak yazılabileceği görüşünü benimsemiyorum. Tarihî bir
olayın zaten kendi içinde bir kurgusu vardır. Romancı o kurguyu gerçek şekliyle
yakalamak zorundadır. Romanın suni bir kurgu üzerine değil, gerçek olayların
işleyişi üzerine bina edilmesi lazım geldiğine inanıyorum. Biz tarih yazmıyoruz,
roman yazıyoruz ama tarihî roman olduğu için tarihe, oradaki kahramanlara
bağımlı olduğumuzu, onların bizde hakkı olduğu düşünüyorum.
Mesela ben aşk
romanı da yazıyorum. Mesela İki Dünya
Arasında adlı kitabım kendi hayal dünyama dayanan bir romandır. Ancak tarihî
bir roman yazıyorsam, tarihe sadık kalmak durumundayım.
Son
olarak, burada bir emeğin roman olarak yansımasını görüyoruz. Yapmış olduğunuz ciddi araştırmalar var. Bu müktesebatı
edebiyat dışında değerlendirmeyi düşünüyor musunuz?
M.
Niyazi: Hayır, düşünmüyorum. Belki bazı makalelerde
atıf yaparak değerlendirebilirim. Mesela Yunus Bey hakkında bir makale yazmak
istiyorum. O büyük bir kahraman. Onun şahadet haberi gelmeden Gazi Osman Paşa’yı
ikna edemiyorlar.
Bize
kıymetli vaktinizi ayırdığınız ve sorularımızı cevaplandırdığınız için teşekkür
ederim.
M.
Niyazi: Ben de
teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder