2 Ağustos 2012 Perşembe

“Şerefeye ‘cami balkonu’ diyen bol ödüllü ediplerimiz var.”
Sibel Eraslan ile Söyleşi*
Zafer Özdemir





Hikâyelerinizde çocukluk ve çocuk kahramanlar sıkça rastlanan bir unsur. Dikey Geçiş adlı hikâyenizde de “kayıp çocukluk”tan söz ediliyor. Bir hikâyeci ve anne olarak modern çocukluk hakkındaki düşünceleriniz nedir?
Çocukluk evreni hikâyecinin evi, beşiğidir. Hikâyenin diğer yazım türlerine göre alan itibariyle kısalığı, sahicilik üzerinden bir gerilim yakalamaya iter her seferinde beni. Sahicilik adına ne varsa, çocukluğumuzda saklı. Ve masumiyet dediğimiz şey... Biraz imkânsız gibi olan, buhur gibi tüttüğünü düşlersiniz her çocukluğunuza gidişinizde. Bence edebiyata dair mukadderatın tüm gizleri çocukluğumuzda saklıdır.
Yani nasıl bir çocukluk geçirdiğinize çok bağlı, daha sonraki günlerde edindiğiniz kalem aşinalığınız. Modern çocukluk dediğiniz şey de bu bağlamda bitimsizdir bence. Yani her kuşağın çocukluğu, bir önceki nesil için zaten moderndir. Modernizm üzerinden konuşacaksak, büyükannelerimin çift alfabeli lügatlerinden, annemin Cumhuriyet sözlüğüne ve oradan bana ve çocuklarıma intikal eden küresel tüm modern sonrası ilişkiler -aslında ilişkisizlikler- üzerinden büyük bir hafıza kaybından söz edebiliriz. Hikâye bu yüzden önemli; tedirgin ve mahmur bir geçmişle şimdinin umursamaz tüm bağlantısızlıklarını sabırla örüp birleştirmek, kavuşturmakla yükümlüsünüz.

Hikâyelerinizde, Kur’an-ı Kerim’e açık göndermeler yer alıyor. Bunların bazılarının edebiyatımızdaki klasik kullanımların dışında olduğunu görüyoruz. Kıyamet ayetlerinin üslubuna değinilmesini ya da “Din Günü” gibi Fatiha suresindeki özel kavramların kullanılmasını buna örnek verebiliriz. Kur’an bilginizi, kültürel yollar yanında kişisel birikim ve tecrübelerle edindiğinizi bildiğimiz için sormak istiyorum: Sizce Kur’an-ı Kerim edebiyat için nasıl bir kaynak; edebiyatçılara, geleneksel edebiyat literatüründeki dinî bilgilerin, klasik imajların dışında neler sunuyor?
Kur’an-ı Kerim, yaratıcının emirleri yanı sıra; kıssalarla ve hikmetli dersler, ibretler yoluyla seslenir muhataplarına. Kıssa, anayola çıkaran patikaların ismi Mucem’de, Müfredat’ta da alt anlamlarından birisi; “eski kabirlerin başına konan kireçle boyalı mezar taşları” şeklinde geçiyor. Yani bir tür iz… Sizi “şeria”ya yani ana caddeye çıkaracak küçük yol mahiyetinde. Kur’an-ı Kerim’de olduğu gibi, Tevrat’ta ve İnciller’de özellikle Yuhanna ve Barnabas’ta takibini sürebileceğimiz ibretli anlatımlar var. Bugün Batı’da varoluşçu, hümanist veya ateist diyebileceğimiz tüm kalemler, ömürlerinde hiç olmazsa bir kere Kitab-ı Mukaddes’i okumuşlardır, yani aydınlanmadan bu yana sanatta kat edilen tüm modern ve sonrası mesafelerde Tevrat’ın şekillendirdiği derin izleği tespit etmek mümkündür. Ama bizde ömründe bir kere bile Kur’an’a bakmamış yazarlar var. Edebî ve aslında genetik bir yabancılaşmadır bu. “Şerefe”ye “cami balkonu” diyen bol ödüllü ediplerimiz var mesela… Türkçe yazıyor ama sanki bir tür çeviri gibi, eğretiliklerle duruyor cümleler… Kur’an’ın tabiriyle Müslüman güzel sözlüdür. Tezyinatçılıktan bahsetmiyor, güzelin hikmetine işaret ediyor. Kur’an, hikmetli bir söz olarak, kitapların annesi olarak, bizi kâinatı okumaya davet eder. Yazmak için de evvela okumak…

Hz. Fatıma, Hz. Meryem, Hz. Hatice, Hz. Asiye anlatımınızın da çekiciliğiyle gençlerin gündemine rol modeller olarak girmeye devam ediyor. Okuyucularınızdan ne gibi tepkiler alıyorsunuz?
2000 yılından itibaren Hz. Peygamber’in (s.) bir hadisinde geçen “cennet sultanları”nın izini sürmeye çalışıyorum. Sevgili Efendimiz (s.) bir gün arkadaşlarıyla otururlarken elindeki hurma dalıyla toprağa dört uzun çizgi çizip sordular: “Bunları bilir misiniz?” Arkadaşları da “Resulullah (s.) doğrusunu bilir.” diye cevapladılar. “Bunlar; cennet sultanı olan kadınlardır; Müzahim kızı Asiye, İmran kızı Meryem, Huveylit kızı Hatice, Muhammed kızı Fatıma” dediler… Türkçe telif eser olarak o
kadar zordu ki bu mübarek annelerimizin hayat hikâyelerine ulaşmak. Osmanlıca, Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca eserler vardı fakat sıra Türkçeye gelince derin bir suskunluk… On bir yıldır, ayak izlerini sürmeye çalışıyorum bu dört uzun çizginin. Dört, Türkçede ikmal sayısıdır, mükemmellik ve tamamlanmışlık için kullanılır, dört cennet sultanı, bizlere, yani tüm zamanlara ışık tutacak ve medeniyet tasavvurumuzu temellendirecek hakikatler, onların şahitliğinde gerçekleşir. Bu noktada, insanlığı taşıyan bu mübarek anneleri tanımaya çalışmak okuyuculardan önce benim için bir varoluş heyecanı taşıdı her daim…

Yakın tarihten İstanbul’a, edebiyattan hikmete… Çok zengin ve çok fazla metin dışı göndergeleri olan bir Sibel Eraslan dünyası var. Okurlarınızın çoğu da benzer bir düşünceyi paylaşıyor olacak ki, ne okuduğu sorulduğunda, önce okuduğu kitabı değil yazarını belirtmek gereği duyuyorlar. Eserleriniz arasında sizce nasıl bir irtibat var?
Üniversiteden beri aralıksız devam eden yazım maceramın beni sürüklediği bir devinim var. Kadınların eğitim hakkı ve çalışma özgürlüğü ile ilgili sosyal çalışmalarım da zannederim bunu perçinliyor. Edebiyat, hiçbir zaman süs işçiliği olmadı benim için. Bir derdim var, şikâyetim var, mağlubiyetlerim kadar hayalim ve idealim de… Han duvarına ismini kanıyla yazmış Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın hazin kaderine benzer bir yürüyüş…

Kendinize ait bir üslubunuz var. En ağır dinî, siyasi konuları eserinize taşımaktan çekinmiyor ancak onların hikâyenizi verili/tezli bir metne dönüştürmesine de izin vermiyorsunuz. Estetik bir form içinde kalarak duyguları harekete geçirmeyi de başarıyorsunuz. Şahsen hikâyelerinizin ritminin, onu yöneten unsurların incelenmesi gerektiği kanaatindeyim. Üslubunuzu nasıl oluşturdunuz/ oluşturuyorsunuz? Onun da bir hikâyesi, macerası var mıdır?
Üslup, kaideleri olan bir şeydir. Gelenekten sivri uçlu keskilerle kanırtılarak koparılmış nesillerin en temel meselesidir üslup ve üslupsuzluk. Mimar Sinan’ın, İstanbul’da inşa ettiği camilerin pencereleri arasındaki mesafe, Bosna’dan Halep’e kadar aynı dönemin camilerinde hüküm süren bir ritimdi mesela. Günümüz mimarisi için böyle tekrar edilen bir üsluptan bahsedebilir miyiz? Yani plastik şablonlarla birbirinin aynı konutları kastetmiyorum. Gelenek musikiden mimariye, şiirden minyatüre, üslupları üzerinden kendini mümeyyiz kılar. Yetiştiğim (yetişmekte olduğum) edebiyat çevresi olarak söyleyebileceğim şey; Dergah edebiyat dergisi ve hocamız Mustafa Kutlu’nun edebî üslubu çerçevesindedir.

Bir önceki soruyu tamamlaması için sormak istiyorum. Edebî zevkinizi oluşturan Doğu ve Batı kaynakları nelerdir?
Kuranı Kerim’i düzenli olarak okumaya devam ediyorum. Hadis külliyatı, Tevrat, İnciller, tarih kitapları, efsaneler, destanlar, masallar, sözlükler, şiir ve en çok şiir…

Edebiyat çevrelerinin yazarlara katkıları nelerdir? Özellikle “Dergâh” çevresini değerlendirmeniz istense neler söylemek istersiniz?
Edebiyat çevreleri, edebiyatçının yetiştiği muhitlerdir. Günümüzde edebiyat dergileri bağlamında da olsa çevrecilik hâlen hüküm sürüyor. Dergâh, Hece ve Varlık gibi uzun soluklu ciddi edebiyat dergileri, kendi çevrelerini yetiştiren bir tür okul görevi ifa eden, yazara alan imkânı açan muhitler… Dr. Ezel Erverdi’nin himayesinde devam eden Dergâh, hepimizin okuludur sözgelimi. Bizler Dergâh dergisi çevresine İstanbullular, Hece dergisi çevresine Ankaralılar deriz kendi aramızda. Nazan Bekiroğlu, Fatma Karabıyık, Cihan Aktaş, Ali Ayçil, İbrahim Tenekeci gibi pek çok isimle birlikte Dergâh dergisi ve Mustafa Kutlu edebiyatının takipçileri olmak büyük bir onurdur benim için de…

Ülkemizde siyasi, toplumsal çalkantılar bir türlü durulmuyor. Son on yılda din-siyaset ilişkilerinden hukuka, ekonomiye kadar birçok alanda değişmeler yaşandı. Bu ortam edebiyatımızı, bir yazar olarak sizi nasıl etkiliyor?
Son dönem siyasi çalkantılarının edebiyatı henüz yapılmadı. Kiralık Konak ya da Anayurt Oteli gibi bir kitap, henüz 28 Şubat için kaleme alınmadı mesela. 28 Şubat üzerimizden siyah bir silindir gibi geçtiği içindir belki, belki de siyaseti bir yük olarak değerlendiren edebî tenkit çevrelerinin baskısı da olabilir. Mustafa Kutlu’nun “Huzursuz Bacak” adlı kitabını bu bağlamda önemsiyorum, ciddi bir 28 Şubat özeleştirisi aynı zamanda. Ama siyaset cidden edebiyatçı için kritik bir sınav…

Bir gazetede köşe yazarlığı yapmakla aynı zamanda hikâyeci olmak arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Bir buz kırıcı ne işe yarıyorsa, gazetede köşe yazmak da bana onu yapıyor.

*Dil ve Edebiyat dergisi, Eylül 2011, sayı 34, s.16-18.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder